Merhaba.
Bazen kendime çok soru soruyorum kuzen. Çünkü senin sıçmak için yalnız kaldığın anlar, benim yalnız olmadığım anlardan daha fazladır. Hâl böyle olunca da insan gerçekten kendini bunaltacak kadar soru sorabiliyor. Nietsche'in, "Neden?" içerikli bütün sorularını cevaplayabiliyorsun fakat kendine sorduğun soruların cevaplarını bilsen bile kendini kandırmaya çalışıyorsun.
Hiç gözünle gördüğün bir şeyi inkâr ettiğin oldu mu? Cevabını unutma. Çok güvendiğin insanlar vardır hayatında, hatta o kadar güvenirsin ki bir şey yaparken iki gün hesaplama yaparsın onlara zarar vermemek için. Bosh'un bir sözü var ya; "insan kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim" diye, ha işte o sözün ete kemiğe bürünmüş halidir senin için onlar. Öyle güvenirsin ki moruk, gözünle görsen gözünü oyarsın seni yanıltıyor diye. Sihirbazlık gösterisinde "ip var lan altında" dediğin olaylar gibidir onların sana yanlış yaptığını seyretmek.
Üç yıl geçti. Tam üç yıl. Allah'a inanır gibi inandığım insanı; içimden siktir etmeye çalışırken, en fazla gözyaşlarımla renk değiştiren yastıkları ısırarak uyuya kaldığım ve her gün uyandığımda aynı bıçağı çıkarmaya çalışmanın aslında kabuk bağlayan yarayı soymaktan farksız olduğunu bildiğim halde elimden başka bir sik gelmediğini yüzüme çarpan kos koca üç yıl!
Ne değişti bu üç yılda?
Yaşamaya mecbur kaldım. Hani aynı anlama gelen fakat farklı yazılan cümleler vardır ya, benim durumum da aynı işte. Değişen fiziki durumum sadece. Mevsimler, günler ve dünya hiç değişmedi. Sadece isimler ve sıfatlar değişiyor. Eskiden "canım" dediklerime şimdi "orospu çocuğu" diyorum. Anlayacağın, dünyanın görünümü değişmedi ama insanlar çok değişti be. Ama ona da alıştım, inan. Kelimeler bile etkilendi. Makyajsız dışarı çıkamayan kadınlar gibi oldular. Süslenmeyince veya yabancı kelimelerin makyajını kullanmayınca değersiz gibi güründüler. Mesela "ölü yaprak vuruşu" demek yerine "knockleball" demenin daha havalı olduğuna inanıldı. Buna da alıştım. Hatta "samimiyet" dediğimiz şey; kahvelerde elli kuruşa içilen çayın yanındaki muhabbetler değil, bir litre benzin fiyatına çay içilen yerlerde yapılan yer bildirimleri oldu. Bunu sağlayanların da günde on iki saat hayvan gibi çalışmak zorunda olduğunu gördüm. Ve ona bile alıştım. Kimseye içimi dökemedim, anlatamadım, ağlamak için arkalarını dönmelerini bekledim. Çünkü "paylaşmak" dediğimiz, insanlar arasındaki soyut bağ; gerçekten anlamaya çalışmak veya birilerinin yanında beklentisiz olmak yerine, artık sanal profillere prim kaygısı taşıyan yazılar haline geldi. "Çıkar" oldu adı. "İspat" oldu. Buna da alıştım. İnsanlar öldü bu üç yıl içinde, çocuklar bile öldü. Elinde büyüdüğüm insanlar öldü. Yan komşum değişti. Odamdan bakınca puslu görünen mezarlık artık daha net görülmeye başladı bu üç yıl içinde. Belediye seçimi için yapılan otobüs durağımızın boyaları da aktı. Sana "seni seviyorum" dediğim gün intihar eden Murat vardı ya, onun da mezarına daha az gitmeye başladım bu üç yıl içinde. Sana yalan söyleyemem bilirsin, Murat'ın mezarını bile bulamadım geçenlerde. Dedem ölünce sigara da içtim biliyor musun? Hani sen içince elinden alıp "sigara mı, ben mi?" diye sorardım ya sana, sen haklıymışsın be sigarayı seçerken. Çünkü çok vefasızlaştım bu üç yıl içinde. Ama iyi şeyler de oldu bu üç yıl içinde. Galatasaray dördüncü yıldızı taktı mesela. Bıraktığım mühendislik fakültesini tekrar okumayı düşünmeye başladım. İki tane çocuğum oldu. (Kitap) Korkma, annesiz büyüdüler içimde. Zaten senden sonra kimseyi sevemedim, güvenemedim. (Sanki bilmiyorsun) Üzülme, iyi şeyler bunlar. Onlar da etkilendi bu orospu ortamından. Kürtaj bile aklımda hâlâ. Hani "bıçaklar iyidir, saplandığı yeri olgunlaştırır" diyordun ya, hatırladın mı? Ben hiç unutmadım onu. Sapladığın bıçak kaldı geriye. Çıkarmaya çalıştım. Ancak üstte söylediğim çıkarma işlemi vardı ya, o işlem büyükten küçüğü çıkarmak gibiydi, eksildim ama yanlış eksildim. Yemin ederin buna da alıştım. Neye alışamadım biliyor musun? İsmin aklıma geldiğinde, içimdeki üşümenin çözümünü bulamayışıma. Çünkü sürekli sela verildi bu şehirde. Her sela sesinde adın yırttı dudaklarımı. Her cuma mesaj attı arkadaşlarım. Nasıl kurtulayım, sen söyle? Üç yılda değişmeyen tek şey bu işte.
Sitem gibi oldu ama anlarsın sen beni. Babasını kaybeden çocuk, Allah'a sadece "Umarım varsındır da sana bunun sebebini sorarım" diye sitem yapar ya, ben de aynını sana yapıyorum. Umarım okursun bir yerlerde.
Kaynayan kurbağa sendromu vardı ya hatırlar mısın? Kurbağayı kaynar suya atarsan hissedip direkt sıçrar, ama ılık suya atıp yavaş yavaş ısıtırsan kaynatarak öldürürsün deneyinden bahsediyorum. Benim olay bunun tam tersiydi. Bir anda kaynar suya atıldım lan ben. Sıçramayayım diye de dünya denilen kapağı kapattılar üzerime. Hem kaynattılar, hem de yaşayacaksın dediler. Mecbur kaldım anlıyor musun? Nefret ettiğim hayatta sike sike yaşadım amına koyim!
Birilerini anlamak zordur kuzen. Hele de gerçekten aynı duyguları hissetmek imkansıza yakındır. Çünkü herkesin dayanabileceği durumlar farklıdır. Yine de beni anlayan birileri var diye ümit ediyorum, buraya her saçmaladığımda. Sonra da diyorum ki; beni, sahip olduğu her şeyi kaybedenler anlar, ilk kazığı en güvendiğinden yiyenler anlar, intikam almak yerine Allah'a havale edenler anlar, gerçeği bildiği halde yine de yalana inanmak zorunda hissedenler anlar, sahip olmak elindeyken sırf inandığı doğrular nedeniyle elinin tersiyle itenler anlar, birilerinin açıklarını aramaya çalışmayanlar anlar, nefret ettiklerinin kötü durumundan faydalanmayanlar anlar, yokluğunu en erken hissetiği şey tuvalet kağıdı olanlar anlar, içine atanlar anlar ve Sagopa Kajmer'in Ahmak Islatan şarkısını dinlerken, nakaratında geçen şu cümleleri duyunca gözleri dolanlar anlar;
"İlk başta suya kanar gibi kandım, sözlerine inandım herkesin kalpten. Çok içten!"
Çünkü şarkı onlara yazılmıştır!
Mesut Cihan Demirel.
Ağlattınn be kuzen :/
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilBen de anladım ağbi. Senin sevdiğin, sevgilin belki; benim de çocukluğumda ki tek arkadaşımdı. Bi sır vereyim mi ağbi? Ben mezarını da unuttum.
YanıtlaSil