29 Aralık 2015 Salı

Rüya tamiri

Merhaba kuzen.

Bugün, rüyamda gördüğüm ve sıçrayarak uyandığım halde tekrar uyuyunca kaldığım yerden devam ettiğim olay üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışacam.

Uzun yolculuğa çıktığını düşün. Bir yandan araba kullanırken, bir yandan da senin için özel olan şarkının içinde olduğu CD çalmaktadır teypte. Yolu yarıladıktan sonra  o özel şarkı tam çalmaya başlar ve içini acıtan en önemli cümleye giriş yapılırken dikkatin dağılır, kasisi görmezsin. Görsen de çok geçtir artık. Sert bir şekilde geçersin kasisten. Teyp, sarsıntı sonucunda o cümlede takılı kalır. Sürekli tekrar eder. Yol o kadar kalabalıktır ki, sağa çekene kadar şarkıdan nefret edecek dereceye gelirsin. Bunu da teybe yumruk atar gibi kapatmaya çalışırken elin ayağın dolandığında fark edersin. Ha işte, böyle bir yazı okuyacaksın.

Hazır mısın?

Hayatta senin için özel insanlar vardır. Anne gibi, baba gibi, kuzen gibi, dost gibi, sevgili gibi, adını koyamadığın gibi ve "Kardeşten öte, benim için" dediğin gibi. Onları kaybedince ne oluyor biliyor musun? Yüklediğin anlamı da kaybediyorsun. Ciddiyim. Mesela ben, "Allah kadar inanıyorum" dediğim insanı kaybettiğimde, inancımı sorgulamıştım. Başkasına aynı şekilde olmuyor. Toparlayamıyorsun. Özel olan yerler vardır. Özel olmasının sebebi, biriyle beraber gittiğin yer olmasıdır. O insanı kaybedince gidemezsin oraya. Anneni kaybedince, doğduğu yere gitmeye korkarsın. Büyüyünce, küçüklüğünün geçtiği yere gidince hâlâ aynı şeyleri hissedersin ama tekrar sığamazsın.

Hayat, sıkı bağlanmış poşet gibi moruk. Yırtmadan kurtulamazsın.

Hiç kimse, günah çıkarmaya giden bir Hristiyan kadar dürüst olamaz kuzen. Biliyorum, şimdi sövecen ama aynen öyle. Çünkü sen, ne kadar tövbe edersen et aynı boku yiyebiliyorsun, hatta o günahın için ne kadar yanabileceğini bile düşünebiliyorsun. Ancak günah çıkaran kişi, o günahtan kurtulduğuna inanıyor. Onu hiç yapmamış olduğu hâle döndüğüne inanıyor.

Bunu neden söyledim biliyor musun? Çünkü doktora gidince bütün şikayetlerini en ince ayrıntılarına kadar anlatabiliyorken, birine yaptığın puştluğu kendine bile itiraf edemiyorsun. Aynaya bakınca utanmıyorsun. Bu mu dürüstlük?

Halı saha maçlarında, skorda anlaşmazlık çıkarsa gizli kurallara başvurulur. İlk önce herkes yemin eder. Yeminler tutmazsa, samimi olanlar "yalancının anasını sikeyim mi?" diye sorarlar. (Yukarıda, günah çıkaran Hristiyan dürüst dediğimde bana söven sözde Müslüman orospu çocuğu, seni de yad edelim yeri gelmişken. Bkz. Yemin < küfür.) Her neyse. Sıkıntı kalecilerden çıkar genelde. Çünkü kaleciler; yediği golü bilse de, hep eksik söylemeye çalışırlar. Sonra herkes attığı golü saymaya başlar falan filan... fakat bizim durumumuz kalecinin yaptığına benziyor moruk. Herkes yediği kazıkları, attıklarından fazla çıkarmaya çalışan kaleci misali.

Neden mi?
Çünkü yediğin kazık kadar insansın onlara göre amına koyim. Dürüstlük veya adamlık bununla ölçülüyor nedense.

Facebook listenden herhangi birine mesaj at. Biraz konuştuktan sonra göreceksin ki, yediği kazıkları Şeytan'ı kovan Allah'ın haklı olduğunu anlatmaya çalışması gibi anlatıyor sana. Sonuna da "yalanım varsa, şuradan şuraya gitmek nasip olmasın" diye bitirir, ya da buna benzer şeyler söyler.

Sen de öylesin, ben de.
Rollere gerek yok.
Burada biz bizeyiz.


Hiçbir şeyi kaldıramaz haldeysen ve intihar edersen; cehenneme girer misin? (Bak, bunu çok ciddi ve en samimi şekliyle soruyorum.)

Üstteki soruyu neden sordum biliyor musun? Çünkü kendimi fazlalık gibi hissediyorum. "Dünya boş kalmasın diye yaratmış Allah seni, ehehehe" esprisi gibi düşünme bunu. İyiden iyiye hissediyorum.

Türkçe'ye sonradan (zorla) giren yabancı kelime gibiyim. Öyle gereksiz hissediyorum. O kelimeler neden kullanılır biliyor musun? Havalı görünmek için. Yeminle bak. "Spontane gelişti" demek yerine "aniden gelişti" dersen aynı etkiyi vermez. Unuttuğun her şey için "sofistike" dersen, kimse yadırgamaz. Baş başayken "O ney la?" diyebilecek kapasitede olanlar, kalabalık ortamda "aynen kardo" derler. Ben de bu kelimeler gibi hissediyorum. Kullanılma amacım "köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek" atasözünün sorusu gibi lan.

Ait hissetmediğin yerde yaşamanın ağrısını bilir misin? Kanser gibidir. Aynı asansöre tanımadığın insanlarla bindiğin andaki ciddiyeti düşün, o kadar ciddi bir kanserden bahsediyorum. Kadrolu personelle şirket personeli getir gözünün önüne. Kadrolu olan kendini oranın sahibi zanneder, şirket personelinin akıbeti iki dudak arasındadır. Ne ait hisseder, ne de sahip.


Ben de öyleyim. Yeri olmadığı halde  kullanılan yabancı kelimeler gibi, umursanılmadığı halde çalıştırılan personel kadar.


Bugün rüyamda, babamla konuşurken kalp krizi geçiriyordu. Birden cenazesinde bulundum. Mezarın etrafında tüm tanıdıkları vardı. O kadar çoktu ki, sanki tüm kazık artıkları ve yedikleri oradaydı. Uyanamadım moruk.

Tanrı dünyayı altı günde yarattı, insan bir saniye içinde kendi dünyasını kararttı.

Her baba katildir moruk. Hz. İsa'dan yola çıkarsak, Tanrı da öyle. Rüyamda bu geldi aklıma. Katilimi gömdüğümü gördüm. En kusursuz katiller, böyledir işte. Tek bir planları vardır ve ölseler dahi planları tıkır tıkır işler. Bomba imha eden bir adamı düşün, imha ederken bile patlatır ya, ha işte babam da ölürken bile beni öldürdüğünden emindi.

Birileri geldi yanıma. Sarılıp ağladılar. Sonra siktir olup gittiler.

Her insan; cenazeden sonraki "bir ihtiyacın olursa, buradayım unutma" cümlesi gibidir, samimi değildir ama karşısındakine inanıyor rolü yaptırır.


Sabah uyandım ve babamı gördüm. Herkesin, en değerlisine kullandığı bir söz vardır; "benden önce ölme" diye. Beni acıtan, birilerinin benden önce ölüyor olması değildi moruk. Her şeyin mutlaka ölmesiydi.

O yıkıntıyla "günaydın" dedim.

Yarına çıkamayacak olan herkes kadar değerli, dün en kıymetlisini yitirmiş kadar değersiz dünyada olduğumu hissettirecek kadar hem de.




Mesut Cihan Demirel.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Pinokyo

Merhaba.

Akşam olup eve geldiğinde en sevdiğin diziyi seyrettiğin olmuştur illaki. Televizyon seyrederken aklına hiç "kanser olsam ne yapardım?" sorusu geliyor mu? Benim geliyor moruk. Yani şöyle ki, aynaya bakıp saçıma sakalımı düzeltmeye çalışırken bile bu düşünce sıçrıyor ifademe.


İnsanları anlamıyorum hiç. Anlamadan da ölüp gidecem şüphesiz. Buna rağmen yine de kusacam içimdekileri. Hiçbir şey değişmese de sırtımdaki yükü azaltmaya çalışacam.


Neyini feda edebilirsin, nefret ettiğin hayatta yaşamaya devam edebilmek için?

Hastalıktan kurtulmak için, kullandığın kolunu kesmelerine izin verir miydin?


Çok sevdiğin insanlar vardır hayatında. Uzvunu feda edebileceğin kadar çok sevdiğin insanları düşün. Ne yaptılar senin için? Sen, tek gözünü seve seve verecekken cebindeki beş lirayı senden saklamadılar mı? Sen, onu yaşatmak için diyalize bile bağlanmayı göze alabilecekken, o evinde kaç gün misafir eder ki seni?


İnsan, yalnızlıktan ölebilir kuzen. Sabah kalkıp bunu düşündüm. İnsan, her şeyden ölebilecekken sabah kalkıp "en iyi dost, yalnızlığını paylaşan değil, yalnızlığı gideren değil, gizleyen de değil, o kelimeyi unutturandır" dedim kendime. Eğer dışarı çıktığında selam verecek kimsen yoksa bulunduğun yere ait değilsin demektir. Akşam televiyonu açmıyorsan, yalnızlığına saçma sapan mesajlaşma uygulamalarıyla yama yapıyorsun demektir.

Ama daha kötüsü var. Yalnızlığını gideren şeylerin seni öldürmesi.

Doğurduğun insanın seni öldürmesi ne kadar intiharsa, yalnızlığını gidersin diye kullandığın şeylerin seni öldürmesi de o kadar intihardır.


Bunları düşününce aklıma Pinokyo masalı geldi. Gepetto da yalnızdı. Eğer yaşlı ve yalnızsanız, gördüğünüz her şey halüsinasyondur ve inatla peşinden gitmeye çalışırsınız. Carlo Collodi'den özür dileyerek, Pinokyo masalını kendime göre derleyip size sunmak ve bugünkü yazımı da böyle bitirmek istiyorum. İşte benim gözümden, Pinokyo'nun gerçek hayat hikayesi:

Kur'an-ı Kerim'in hicr 26'ıncı ayetine göre insan şöyle olmuştur; "Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık."

İncil, Yaratılış 1:27'de de der ki; "Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı."

Tevrat'a göre de iki şekilde yaratılma hikayesi vardır. Ancak Gepetto, sadece Yahvist metin'den yola çıkmış olmalı. Çünkü orada ikinci insan (kadın) ilk insanın (erkek) kaburga kemiğinden yaratıldığını iddia eder.

Gepetto, yalnızlıktan kutsal kitapları karıştırmaya başlar. Hristiyanlığa göre hz. İsa, çarmıha gerilip öldürülmüştür. Ancak müslümanlar nisa 157'den yola çıkarak ölmediğine inanır, tabii çarmıha gerilenin de Yahuda İskaryot olduğuna da. Bunları araştırırken Gepetto'un aklına şöyle bir fikir geldi; "eğer İsa, ölmediyse, onun kanına boyanan tahta çarmıhtan insan da yaratmak mümkündür."

Gülme. Yalnızlık, insana her şeyi yaptırır! En çok da saçma şeyleri, Allah'a inanır gibi yaptırır.

Gepetto, artık yalnızlıktan kurtulmanın nasıl olacağının krokisini kendi kafasında belirlemiştir. Geriye sadece Crux Vera çarmıhını bulmak kalmıştır. Ancak kutsal Crux Vera haçı; 1204 yılındaki Latin istilası sırasında Ayasofya yağmalanınca, mevcut son parçalarını da kaybetmişti. Gepetto'un o haçı aramaya çıktığı yıl ise 1878'dir.

Tam beş yıl sonra, 1883 yılında Gepetto kutsal haçı bulmuştur. Evinde ince bir çalışmayla güzel bir kukla haline getirmiştir. Her gün kuklasıyla oynamaya başlamıştır. Ancak belirli bir zaman sonra bu kendine yetememeye başlamıştır. Bir gece, uyumadan önce kutsal kitaplardan beslenerek şöyle yalvardı; "İsa'yı babasız yaratan Allah'ım, onun kanını taşıyan tahtadan yaptığım kuklama da annesiz hayat ver. Yoksa kendimi öldürebilirim yalnızlıktan!"

Zariyat 56'da "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." der Allah ve Gepetto'un bu duasını kabul eder. Çünkü Gepetto, ona yönelir. Ondan yardım ister. Allah için hiçbir şey mucize değildir. Peygamber'in söylediğine inanılan şöyle bir söz vardır; "Bir kimse Cuma günü ikindiden sonra Ayet’el Kürsi’yi ıssızbir yerde 17 defa okursa, daha evvel kendisinde olmayan haller oluşur. O anda dua etse, duası kabul olunur." Ya Gepetto bunu yürekten istemişse? (Masallar, inanıldığı kadar gerçektir.)


Gepetto, bir sabah uyanır ve karşısında Pinokyo'nun ona gülümseyerek baktığını görür. İçinden geçirdiklerini sesli bir şekilde "keşke günaydın diyebilecek kadar canlı olabilseydin" der. Ardından Pinokyo "günaydın" der. Gepetto, o an şaşırmaz. Çünkü o kadar çok istemiştir ki bunu, hayâl bile olsa umurunda değildir. Tıpkı Musa'nın peşinden koşan Firavun gibi. Hiç yadırgamaz bu durumu. Ve Allah'ın bu iyiliğine karşılık, Gepetto da Pinokyo'ya ilk önce okumayı aşılamak ister. Çünkü ilk emir "İkra!"-dır.


Evdeki hesap çarşıya uymaz ve Pinokyo, ne okulu, ne de okumayı asla sevmez. Gepetto buna çok üzülse de, İsa'nın çarmıhtaki hali aklına gelir ve Pinokyo'ya asla  "Neden?" sorusunu yöneltmez. Yöneltemez.


Bir gün, komuşusu uzun zamandır göremediği için Gepetto'yu merak eder ve evine gitmeye karar verir. Ancak eve geldiğinde gördüğü manzara şok etkisi yaratır. Tahtadan bir çocuğun konuştuğunu görüp baygınlık geçirir. Allah'ı görmek isyeyen ancak sadece kudretinden bile yığılıp kalan peygamber gibi komşusu da oracıkta bayılır. Gepetto, bu durum karşısında sadece şuna inandırır kendini; "Pinokyo, beni düşündüğü için okula gitmedi. Yoksa beni büyücü zannedip öldürebilirlerdi."


Bu olanlar karşısında çok etkilense de Pinokyo, babasına belli etmemeye çalıştı. Bir gece babasının dua ederken " Pinokyo'nun insan olmasını istiyorum" dediğini duydu. Etten kemikten olmasa da bir ruha sahipti Pinokyo. Çok üzüldü. Ancak babasına hak verdi. Çünkü normal bir insan onu görünce inanmak istemiyordu.

Nasıl inanılsın moruk, hz. İsa "ben peygamberim" demesine rağmen çarmıha germediler mi? Pinokyo'ya neler yapılır düşün bakalım. Gepetto da bunu düşündü ve insan içine çıkarmaktan vazgeçti.


Komşusu kendine gelip evden ayrılınca Gepetto'un büyücü olduğunu söyledi insanlara. İnsanları kışkırtarak bir gece evini bastılar Gepetto'un. Ancak evinde hiçbir büyüsel eşya bulamadılar. Pinokyo'yu bile bulamadılar. Çünkü Pinokyo, daha önceden gitmeye karar vermişti. Babasının uyuduğu o gece de çoktan yola çıkmıştı bile.


Yolda Cebrail (a.s) ile karşılaştı. Cebrail, "nereye gidiyorsun?" diye sordu. Pinokyo, "insan olmaya gidiyorum" cevabını verdi. Cebrail hiçbir şey demeden yolundan çekildi.


Bu sefer Pollyanna ile karşılaştı Pinokyo. Poll, "nereye gidiyorsun?" diye sordu. Pino, yine aynı şekilde "insan olmaya..." cevabını verdi. Poll, gülümsedi. Sonra Pino'nun burnunu koparıp kalbine sapladı  ve "bir şey hissediyor musun?" diye tekrar sordu. Pino, "hayır" dedi kendinden emin şekilde. Poll, "insan olmak için kalbin çok acımalı" dedi. Pino, içinden "kurumuş bir ağaca ne kadar zarar verebilirsin ki?" ama dışından "haklısın, o halde nereye gidersem gideyim bu olmayacak" dedi. Poll, tastikler gibi kafasını salladı. Pino geri döndü. Fakat döndüğünde evini yanıyorken buldu. Çünkü inkâr etmemişti Gepetto. Yaptıklarının arkasında durmuştu. Anlatmıştı. Gözlerine baka baka anlatmıştı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı...

Diz çöktü Pino. Kalbine dokundu. Poll haklıysa, insan olmuştu. Ama vazgeçti, önce insanlıktan, sonra da yaşamaktan. O hırsla kalktı ayağa, evini ve babasını yakanların üstüne koştu. Hz. İsa'nın aksine "İnsanlık bu mu!" diye haykırarak koştu. Ardından yangına koştu Pino, ateşe koştu. Gözyaşlarıyla söndürebilmek için koştu. Her şeyi düzeltmeye çalışır gibi koştu. Ve insanlığını da alak suresinin 8'inci ayetine sıkıştırarak koştu.

Tahta gibi, insan kadar!

Geriye de evini yakanların üzerine gözyaşlarını ve araf suresinin 179'uncu ayetini bıraktı. "Andolsun ki," dedi ayet, "cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık."

Peki kuzen, Gepetto'ya ihanet eden Pino muydu, insanlar mıydı, inandığı mıydı, yoksa inancı mıydı?


Nebe suresinin 40'ıncı ayetine yaslanarak asıl soruyu soruyorum sana, insan olmaya ne gerek var moruk? 




Mesut Cihan Demirel.

21 Aralık 2015 Pazartesi

Mucize inanmaktı, inanmayı sağlamak değil

Merhaba kuzen.
Başlığı neden böyle koyduğumu birazdan açıklayacam yazının içinde. Çorbaya atılan tuz gibi hem de.

Öncelikle nasılsın?
Cevabını unutma.


Birazdan okuyacağın şeyleri, Disosiyatif bozukluğu olan biri yazmış ve avucuna bir kutu Ritalin boşaltmış da yazı bitince hepsini kafasına dikecekmiş inancıyla oku. (Mavi olan)

Anlaştık mı?

Psikolojik sorunlar, insana bahşedilmiş en büyük mükâfat olabilir kuzen. Bipolar'dan, üstte adını belirttiğim ve şu an bende görüldüğüne inanılan kimlik bozukluğuna kadar hepsi öyle. Geçmişe bak. Şeytanın kovulmasından tut da İsâ'nın çarmıha çivilenmesine kadar hızlı bir şekilde gidip gel. Şeytanın amacı ne olabilir ki moruk? Kafasını önüne eğip "eyvallah" deseydi ne olurdu? Ben olsam öyle derdim. Sen de öyle derdin. Ki Adem bile öyle derdi.

Neden ihtimaller yazılmamış, hiç düşündün mü? Düşünme götoğlanı.


Peki ya İsa? İnandırmak için çırpınmamış mı? İsa, içine attığı şeyleri insanlarla neden paylaşmış? Nasılsa inanmayacaklardı. Neden ispat derdine düşmüş, içinde yaşadığı şeyleri insanlara anlatarak?

Madem senden sonra birinin geleceğini biliyorsun, neden çırpınıp durdun; gözünden sakındığın İncil'i değişecsklerini bile bile?

Gora filmdeki cüce de "bir cisim yaklaşıyor" deyip çekilmişti aradan.

"Ben ne yapıyorum?" deyip, susmuş olamaz mı? Sonra da geri vites yapmamıştır.

İnsanlar, en çok dürüst olduğun zaman sevmez seni. Dene ve gör.

İsa'dan önce, Şeytan da öyle yapmış. Dürüst olmuş. İçten içe kin besleyip dışından "eyvallah" deyip eğilmemiş. Ama öyle orospu çocuğu çok değil mi? Etrafında da var, aynaya bakınca da. İnkâr etme, içten içe nefret edip yüzüne "ay canım saçların çokoş" dediğin vardır muhakkak. (Repliğe takılma) 

"Beni yanlış anlama" demeyecem. Çünkü yanlış anlamanı istiyorum. Gidip kafa yormanı istiyorum. Bana değil kendine ispat etmen için.

Çünkü kendine değil başkasına ispat derdine düşersen bocalarsın kuzen. Bunu en iyi yaratan bilir. Kendini ispat etmek için insan kulanacağına, çıkıp "buradıyım ve bana inanın" deseydi, şu an derdimiz inanmak olmazdı. Çünkü biz, yeni tanıştığımız insanlara bile inanabiliyoruz. Sana neden inanmayalım?

İspat.
İnsan, birilerine anlatmak istiyor hep. Kendini aklamasını istiyor birilerinin. Çünkü intihar bile etse, geride kendi için üzülen birilerini bırakmak istiyor. Böyle bencildir insan işte! Hep birileri olmak zorunda.

Allah veya Tanrı, sen hangisini kullanıyorsun bilmiyorum ama ben ikisini de yazacam, sen okurken bildiğin gibi devam et.


Mucize olmasaydı, kimse Allah'a inanmazdı. O mucize oldu. Peki sadece inanmak yeter mi? Ben, Afrika'yı görmedim ama orada yaşayan insanların olduğuna inanıyorum ve umurumda da değiller. (Slacktivistlerin amına koyim) Tanrı, varlığını ispat etmek için dönemin mucizelerini kullandı ancak inanmaktan ziyade bağlı olmalarını istedi. Bunun için de cennet ve cehennemi kullandı.

Kullanmak.
İnsanlar da böyle değil mi kuzen? Kullanmıyor mu insanlar birbirini? Sen de kullanıyorsun amına koyim, ben de. Biz bizeyiz şurada.


Götün sıkışınca Allah demekle acıkınca yemek yiyememek farlı şeylerdir. Ağzından Allah kelimesini düşürmeyip her türlü orospu çocukluğunu yapmak = göt sıkışınca Allah demektir işte.


(Şunu da söyleyeyim de sonra bilmediğimi zannetmeyin: nisa 157'de İsâ'nın ölmediği yazar, evet. Fakat benim derdim başka.)


İnsan, çıkarcıdır.
Herkes ve hepimiz çıkarcıyız. En masumu da, zor zamanında biri yanında olsun diye olan çıkardır. Birini dinlemek bile çıkardır. Birinin güvenini kazanmak çıkardır. Bunu da sırf bir gün o güveni kazanmak için yaptıklarını dile getirip seni dinlemesini sağlayarak belli edersin. Peki, ya hiç kimsen yoksa ne yapacaksın? İçinle konuşacaksın. Yapmışsındır bunu. Çıkar hesaplamaktan tut da senden üstün birine sesli "tamam" derken içinden küfür etmeye kadar yapmışsındır. Allah bu sırada devreye giriyor işte. Kendi kendine konuştuğunu zannetmemek için görünmez bir şeyin seni dilediğine inanmaktan bahsediyorum. Eğer bunu doktora anlatırsan "ımmmm... halüsinasyon görüyor musunuz?" diye sorarken, ilaç listesini de sokar diğer yandan.

Onlara göre Allah, "takip ediliyor gibi hissediyor musunuz?" sorusuna verdiğin cevaptır kuzen.

Etrafındakilere göre de "elhamdülillah" kelimesini başa getirmektir sadece.

"Yalnızlık Allah'a mahsustur" sözünü de hiç sevemedim. Madem yalnız olmak istiyorsun, neden bizi yarattın? Neden kovdun? Ve madem yalnız olmak istiyorsun, neden varlığına inandırmak için tehditler savuruyorsun? Hatta performansını beğenmediğin peygamberleri, neden işkence ettirip öldürtüyorsun ve sonra da insabları suçluyorsun? Ayrıca bu kadar özelliğini aldıysak, neden yalnızlığını almamış olalım ki?

İnsan, fazlasıyla hırsızdır.
Her şeyi çalıyor. Ta en baştan elma çalmış, güven çalmış, inanç çalmış, akıl çalmış, zaman çalmış... 

Her şeyi çalmış da yalnızlık mı çalamayacak?

Yine de bu dünyada bir amaç arıyor insan. Yarın uyanmak için sebep bulmaya çalışıyor kendine. Öldürmemek için kendini, tutunmak istiyor hep. Başkasını öldürmemek için görünmeyen bir güce inanıyor, affetmek için, dayanmak için, sabretmek için, sevmek ve sevilmek için...


Ortalama bir hayatın %20'si hasta olup kötü şeyler yaşamakla geçerse, sadece %20'lik kısımda inandın (korktun) demektir.

Ne kadar aşağılıksın fark ettin mi?

Fark et!


Adisin insanoğlu!
Her şeyi içine atacak kadar, içinden çıkarmaya çalışanı boğacak kadar.

Çirkinsin insanoğlu!
Her şeyi öğretecek kadar ve hatta ölürken bile bırakılacak en kötü mirası bırakacak kadar. (Bilgi)

Cahilsin insanoğlu!
Her şeyi bilecek kadar, bilip de hiçbir şey yapamayacak kadar. Ölürken bile bildiğini öğretip gidecek kadar!

Ölüyorsun insanoğlu!
Hatırlanmayan dün, bilinmeyen yarın ve görülmeyen tanrı kadar.

Öldürüyorsun insanoğlu!
İnandığın kadar, inanmayan kadar, inandıramadığın kadar!

Kötüsün insanoğlu!
Yeni doğmuş bebek kadar savunmasız, kana susamış sinek kadar acizsin.

Evet acizsin!
Şeytanın fikrini alan, kovmaktan, kin tutmaktan ve korkutmaktan başka bir şey yapamayan Allah'ın kadar!

Ona çok inandığına inandığın kadar acizsin!


Cevabını hatırlıyor musun?


Belki buraya kadar okumadın, hatta yarısında "ne diyor bu amcık?" deyip çıktın. Belki sonradan merak edip tekrar açarsın. Bilmiyorum belki hâlâ okuyorsun. Sadece şunu bilmeni ve inanmanı istiyorum: okudukların, herhangi bir hastanın, Ritalin'i kutusuyla içmeden önce inanıcına yazdığı mektuptur...

İnanıyor musun?
İspat edemem çünkü.

Hadi bana mucize ver!





Mesut Cihan Demirel.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Oto-otopsi

Merhaba.


Bayram tatillerinin dokuz günü bulduğu zamanlar vardır. Ona benzer tatilleri getir gözünün önüne. Koskoca bir haftalık iznin vardır ancak daha ilk günden itibaren hasta olursun ve tüm tatilin yatakta geçer. İyileşemezsin bir türlü. Son günün akşamına anca ayağa kalkarsın ve inanılmaz sinirin bozulur. Çünkü normal zamanlarda asla olmaz bu durum. Bir de bunun okul ve iş günlerinin sabahında hiç kalkamadığın ama tatil günlerinde erkenden ayağa kalktığın eş zamanlı olanı vardır. Daha pistir hatta. Çünkü çalar saati çalışmadan kapatırsın. Hatırlıyor musun bu iki durumu? Şu an hayattan beklediğim ve karşılaştığım durum böyle amına koyim. Dayanamıyorum çoğu şeye. Özellikle de insan sesinden tiksindim. Duyduğum her cümle çıkar kokuyor. Her gülümseme samimiyet boğuyor.

Bir uzvunu kullanamadığın sürece engelli olmanın ne demek olduğunu bilemezsin. Ben her gün, bir uzvumu kaybetmiş gibi kalkıyorum yataktan. Oraya bırakıyorum bir parçamı. Mayına basmış gibiyim gün boyu. Ne kadar açıklamaya çalışsam da olmuyor. Birilerine tarif etme çabam, kontra atağa çıkarken top kaybedip gol yiyen takımın taraftarının bakışlarına dönüşüp geri sekiyor bana.


Apartmanın en üst katına çıkıp merdiven boşluğundan en aşağıya kadar hiçbir yere değdirmeden türkürmeye çalışmak malca bir şeydi, ama çok özledim lan o yaşlarımı. Masumdu en azından! Çünkü büyüyünce daha saçma sapan şeyleri dayatma yoluyla işlediler bize. Orospu çocukları!


Yasaklı filmlerin çoğu cinsel içeriklidir. Hatta tümü işkence ve sex üzerinedir. Hiç düşündün mü; "madem öyle neden yapılıyor?" diye. Çok basit. Bu sayede anlamanı istemedikleri şeyleri kalkanlıyorlar. Çünkü yasak, can çekicidir. En tehlikeli bilgiyi göz önüne koyup, en gereksiz bilgiyi gizlemeye çalışırsan kimse tehlikeli olanı görmez. Hatta görse bile bakmaz. Dikkat etmez. Önemsemez. Gözardı etme yeteneği budur işte. Hayat da böyle moruk. Yıllarca çalışıyorsun, para biriktiriyorsun, insan biriktiriyorsun, ev, araba ve gereksiz bir sürü malzeme biriktiriyorsun. Fakat "her an ölebilirsin" gerçeği gözünün önündeyken dönüp bakmıyorsun bile. Kanser olmadan, yatalak olmadan veya bir uzvunu yitirmeden ucuzluğunu göremiyorsun hayatın. Adem de böyle yapmadı mı zaten? Ne kadar ucuz olduğunu, ilk ve tek hatada görmedi mi?


Kıyamet nedir biliyor musun? "Terörist saldırabilir" düşüncesiyle gece nöbeti yazılan bölgeye silahsız asker göndermektir.


Uyandığında aklına ne geliyor? Hiç düşünüyor musun sen de; dünyaya gelmesini sağladığın insanın, bir gün suratına yastık basıp seni öldürebilme ihtimalini? Hastalanınca sabaha kadar başında beklediğin biri, gün gelir en hastalıklı yerinden vuramaz mı seni?


Ne bekliyorsun bu dünyada?


Akşama kadar "güven yok, aşk yok, sadakat yok" gibi yarak kürek aforizma üretmeye çalıştığın sanal ortamlarda; argüman yaratmaktan ziyade, tek derdin beğeni kaygısı mı yoksa? Al ananın amına sok o halde!


Neyi anladık bu dünyada?


Bileğini kesip, içi su dolu sürahiye sokarsan dirseğine kadar pıhtılaşmaz ve kan kaybından ölürsün. Peki, sudan çıktığı anda ölecek olan balığı getir gözünün önüne. Suyun içinde yüzerken, kazayla bir yeri kesilirse, yaşayabilir mi?


A, B, C, D ve E vitamini önemlidir değil mi? En bilindiği  C vitaminidir ama. Eksikliği de en fazla "ne yersem yiyim kilo almıyorum yöğaaa" demeni sağlar. Bazı insanlar da böyle. Yokluğunu en fazla, kış ayında hava durumunun azizliğine uğrayıp ince ceket giydiğinde fark edersin. A ve D vitamini de öyledir. Fakat E vitamini dost gibidir, varlığında değil yokluğunda değeri bilinir. Bunların yanı sıra B vitamini gibi olanların eksikliği bir süre kalbinizi ağrıtır. Ancak insanoğlu piçtir. Yenisini bulur hemen. Neden bahsettiğimi anladığı düşünüyorum.

Ancak ben, artık sadece K vitamininin yokluğunu hissediyorum uzun zamandır. Bunu da her sabah kalktığımda işerken somut olarak görüyorum. İnsan, tuvalette rahatlamayı hisseder, fakat ben, orada bile kan kaybediyorum amına koyim!

Bu kanı kaybetmemi ne sağılıyor, biliyor musun? Çok fazla inanmam. K vitaminin fazlası gibi. Damarlarım tıkandı. Devam edemedim. Önce kendimi yırttım, sonra inanç damarlarımı. Şimdi eksikliğin fazlasını yaşıyorum. Her şeyin fazlası öldürür, eksikliğin fazlası yaşamaya mecbur bırakır!

Hatırlıyor musun; yumurtanın sadece sarısını yediğinde annen çok kızardı? Çünkü bilmezdi, K vitamininin ne işe yaradığını. Ben de inandığımdan yara almasaydım bilemeyecektim içinde çırpındığım boşluğu.

Bu dünya, sana ne veriyse geri alacak kuzen. En son da canını alacak. Hem de ağzını kapatarak alacak. Gözlerinin önünde alacak. Süt dişlerinin dökülmesi gibi olmayacak ama!


Peki neyi anlatabildik bu dünyada?


Hayallerini öldürmek, birileri için ölmek, birileri için öldürmek, birilerini içinde öldürmek çok koyuyor lan!

Karın ağrısıyla uyanmak çok kötü. Yüzünü yıkarken burnundan akan soyut kanı görüp "hayat çok güzel" demeye çalışırken, gözünden akan somut yaşı görmemeye çalışmak daha kötü! Hele bunu, gözünü silerken yapmanın tarifi bile imkansız.

Hayat, senin için; karışık çerez tabağında, Antep-fıstığı aramak kadar zevkli olabilir. Ama benim için,  iştahla yediğim yemeğin içinden çıkan kıl kadar mide bulandırıcı artık.


Reklamlarda genelde sürekli gülen insanları kullanırlar.  Ve o insanlar; tanıttığı halde faydasına inanmadığı ürünleri, bizlere mükemmel derecede anlatmaya çalışırlar. Al sana Tanrı-Peygamber-Kitap-Dünya denklemi! 

Olmuyor kuzen. Aldığım ilaçlar bile artık rahatlatmak yerine daha fazla düşünmemi sağlıyor.

Anlatamıyorum da adam gibi. Buraya ne yazdıysam, doktora da aynını söylüyorum. Sürekli konu değişiyor ve işler daha da karışıyor.

"Daha" diye başlıyor ve dahanın sonu gelmiyor.

Daha da kötüye gidiyor.

Olmuyor.

Olmayacak da.




Mesut Cihan Demirel.

9 Aralık 2015 Çarşamba

Tek ve terk

Merhaba.


Her acıktığında, ne kadar yersen ye doymam zannedersin. Masayı doldurursun, ancak kalır geriye bir şeyler. Bizim içimiz de böyle kuzen.

Birilerine ne kadar dürüst olursan ol, hep bir şeyleri tamamen anlatamıyorsun. Masaya koysan da yiyemiyorsun. Yani kendine itiraf ederken bile zorlandığın şeyleri, başkalarına anlatamıyorsun tümüyle. Ne kadar sıçarsan sıç, götünü silmek zorunda kaldığın gibi. Sildikten sonra da kontrol ediyorsun, çünkü donunda kalıyor lekeleri.

Dün berbere gittim. Oradayken Model'in "Sarı Kurdeleler" klibi oynuyordu televizyonda. Solist kadın "kimse yeni yara açamaz artık" diyordu. O kadar dokundu ki lan o şarkı, ruhumu çalkaladılar sanki. Çünkü dedem öldüğünde bir insan tanımıştım ve zaten yeni yaraya yerim kalmamıştı. Çünkü insan, o sözü söyleyebilmek için yaradan ibaret olmalı. Çünkü o amına koduğumun yarasını görenler elllerini gizlemek zorunda kalmalı. Kısacası şarkı yalan söylüyordu. Kimse yeni yara açamaz artık, değil herkes delik açma konusunda tahtakurusu gibidir denilmeliydi!

İnsan, en kötü haldeyken iki farklı, hatta tamamen zıt iki duyguyu aynı anda hissedebiliyor lan. O ana gittim istemsizce. Mevlana hetkelinin dibinde oturup dünyanın en saçma sapan işleriyle uğraşıyordum. Biri de beni torbacı sanmıştı.


Şimdi kimle konuşsam daha fazla yırtılıyorum. N'olur inan bana. Nasıl biliyor musun? Bak yazayım da gözünde canlandır. Marketten dondurma aldığını ve eve getirdiğinde poşetin kör düğüm olduğunu düşün. Açmak için poşeti yırtarsın değil mi? Ha işte moruk, benim de içimdekini bilmek için önce yırttılar, sonra da istediklerini alıp siktir olup gittiler. Yırtık halimle çöp poşeti bile olamadım lan. Yalan söylemiyorum sana. Sikimde de değil bana inanıp inanmaman. (Çelişiyorum, değil mi?)


Gitmek sorun değil moruk. Herkes birilerini terk ediyor zaten. Benim sorunum o orospu çocuğunun gittiği günü asla unutamamam. Çünkü dedem öldü o gün. Evde dedemin muhabbeti ne zaman geçse hep önce o amın feryadı geliyor aklıma. Koskoca 27 yıl beraber olduğum adamın adı geçtiğinde 3 aylık mazisi olan biri geliyor aklıma. Ne kadar acınası değil mi?


Geçenlerde dedemin köstekli saatini buldum eski cd'lerin arasında. Kırılmıştı. Fiziksel olarak kırıktı ama ben o "kırılmak" kelimesinin manevi tarafındaydım. Tutup fırlattım duvara. Paramparça oldu. Sonra güldüm. Devamında kahkaha attım. "Benim kalbim daha kötü halde amına koyim" dedim. Annem girdi içeri. "Ne oluyor?" dedi. Utandım lan. Hani otuz bir çekerken içeri biri girer ya, aynı onun gibi. Üstünü kapattım gerçeğin. Tereddüt etmeneden, "Anne" dedim, "Titanic filminin üçüncü cd kaybolmuş, bulamıyorum." Annem hiç şaşırmadan yüzüme baktı. "Amaan... sonunda çocuk ölüyor" dedi ve odadan çıktı. Arkasından fısıldadım; "Tıpkı benim gibi!"


Uzatma dakikalarında oyuna giren futbolcudan ne kadar beklentin olabilir? "Zamana yönelik değişiklik" ne kadar samimi lan? Dürüs olalım mı? Benim dünyadan beklentim, o düşüncenin tamamına eşit. Aynı hatta.


İyi biri olmak için çırpınırsın. Sebepsiz iyilik yaptığın olur. Elinde sigarayla gelip "çakmağın var mı?" diyen birine çakmağını kullandırmayı iyilik zannediyorsan ananı sikeyim senin de.


Annem tekrar girdi içeri. Elinde faraş ve süpürge vardı bu kez. Temizledi dedemin hediyesini. Süpürdü en somut hatırasını. Sonra çöpe attı. Gözlerim doldu lan.


Lenin de, ülkesini satarken iyi olduğunu düşünüyordu. Hitler de, Yahudileri katlederken iyi bir şey yaptığını düşünüyordu. Onlar unutulmaz olmak istediler mi, bilmiyorum ancak şunu unutma, unutulmamak için kötü, hatırlanmak için iyi olman gerekir. Çünkü seni terk edeni, kafanı balyozla ezseler dahi unutamazsın.


Tek kalmak ve terk edilmek kardeş gibidir. İnsan, ya terk eder, ya da tek kalır. Sürekli devam eder bu. Birilerini öldürmek zorunda kalmak ile birileri tarafından öldürülmek de öyledir.

Ya teksin,
ya da terksin.


Son dakikada; kornerde ileri çıkıp gol atan kaleci, bir sonraki maçta çok kötü bir gol yediğinde başına ne geleceğini bilir. Ben de biliyorum, bu dünyanın sonunda elime neyin geçeceğini. "Bildiğim halde neyi kurtarmaya çalışıyorum?" sorusuyla kesiyorum bileklerimi. Ama ölmüyorum.


İnsan, yaşamayı sonradan öğrenmiyor kuzen. Yaşamaya mecbur bırakıldığını öğreniyor. Çünkü yeni doğan bir bebek, ölüm döşeğindeki insan kadar profesyonel nefes alabiliyor.


Ve insan, ölümün değerini "intihar" etmenin günah olduğunu öğrendiğinde anlıyor. (Anlıyor musun?)


O nedenle, insanın ne kadar ucuz olduğunu, parayı bulan adamdan iyi kimse bilemez.


Kalp kırılması ile ampül patlaması aynı şey kuzen. İkisinin de sıkıntısını en çok geceleri fark ediyorsun.


Vazgeçememenin ne demek olduğunu; henüz sikemediği için kız arkadaşından ayrılamayan orospu çocukları değil, babası öldüğü gün İngiltere milli takımının stoperinde görev alan siyahi futbolcu Sol Campbell bilir!


Kabullenmenin ne demek olduğunu; hz. İsa değil, oğlunu kaybeden Meryem bilir!


Kaybetmenin ne demek olduğunu; kardeşleri tarafından kuyuya atılan  hz. Yusuf değil, gözlerinin nuru sönen Yakup bilir!


Peki, her şeye rağmen; yaşamanın ne demek olduğunu kim bilir?




Mesut Cihan Demirel. 

2 Aralık 2015 Çarşamba

Sitem

Merhaba.


Bazen kendime çok soru soruyorum kuzen. Çünkü senin sıçmak için yalnız kaldığın anlar, benim yalnız olmadığım anlardan daha fazladır. Hâl böyle olunca da insan gerçekten kendini bunaltacak kadar soru sorabiliyor. Nietsche'in, "Neden?" içerikli bütün sorularını cevaplayabiliyorsun fakat kendine sorduğun soruların cevaplarını bilsen bile kendini kandırmaya çalışıyorsun.


Hiç gözünle gördüğün bir şeyi inkâr ettiğin oldu mu? Cevabını unutma. Çok güvendiğin insanlar vardır hayatında, hatta o kadar güvenirsin ki bir şey yaparken iki gün hesaplama yaparsın onlara zarar vermemek için. Bosh'un bir sözü var ya; "insan kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim" diye, ha işte o sözün ete kemiğe bürünmüş halidir senin için onlar. Öyle güvenirsin ki moruk, gözünle görsen gözünü oyarsın seni yanıltıyor diye. Sihirbazlık gösterisinde "ip var lan altında" dediğin olaylar gibidir onların sana yanlış yaptığını seyretmek.


Üç yıl geçti. Tam üç yıl. Allah'a inanır gibi inandığım insanı; içimden siktir etmeye çalışırken, en fazla gözyaşlarımla renk değiştiren yastıkları ısırarak uyuya kaldığım ve her gün uyandığımda aynı bıçağı çıkarmaya çalışmanın aslında kabuk bağlayan yarayı soymaktan farksız olduğunu bildiğim halde elimden başka bir sik gelmediğini yüzüme çarpan kos koca üç yıl!


Ne değişti bu üç yılda?
Yaşamaya mecbur kaldım. Hani aynı anlama gelen fakat farklı yazılan cümleler vardır ya, benim durumum da aynı işte. Değişen fiziki durumum sadece. Mevsimler, günler ve dünya hiç  değişmedi. Sadece isimler ve sıfatlar değişiyor. Eskiden "canım" dediklerime şimdi "orospu çocuğu" diyorum. Anlayacağın, dünyanın görünümü değişmedi ama insanlar çok değişti be. Ama ona da alıştım, inan. Kelimeler bile etkilendi. Makyajsız dışarı çıkamayan kadınlar gibi oldular. Süslenmeyince veya yabancı kelimelerin makyajını kullanmayınca değersiz gibi güründüler. Mesela "ölü yaprak vuruşu" demek yerine "knockleball" demenin daha havalı olduğuna inanıldı. Buna da alıştım. Hatta "samimiyet" dediğimiz şey; kahvelerde elli kuruşa içilen çayın yanındaki muhabbetler değil, bir litre benzin fiyatına çay içilen yerlerde yapılan yer bildirimleri oldu. Bunu sağlayanların da günde on iki saat hayvan gibi çalışmak zorunda olduğunu gördüm. Ve ona bile alıştım. Kimseye içimi dökemedim, anlatamadım, ağlamak için arkalarını dönmelerini bekledim. Çünkü "paylaşmak" dediğimiz, insanlar arasındaki soyut bağ; gerçekten anlamaya çalışmak veya birilerinin yanında beklentisiz olmak yerine, artık sanal profillere prim kaygısı taşıyan yazılar haline geldi. "Çıkar" oldu adı. "İspat" oldu. Buna da alıştım. İnsanlar öldü bu üç yıl içinde, çocuklar bile öldü. Elinde büyüdüğüm insanlar öldü. Yan komşum değişti. Odamdan bakınca puslu görünen mezarlık artık daha net görülmeye başladı bu üç yıl içinde. Belediye seçimi için yapılan otobüs durağımızın boyaları da aktı. Sana "seni seviyorum" dediğim gün intihar eden Murat vardı ya, onun da mezarına daha az gitmeye başladım bu üç yıl içinde. Sana yalan söyleyemem bilirsin, Murat'ın mezarını bile bulamadım geçenlerde. Dedem ölünce sigara da içtim biliyor musun? Hani sen içince elinden alıp "sigara mı, ben mi?" diye sorardım ya sana, sen haklıymışsın be sigarayı seçerken. Çünkü çok vefasızlaştım bu üç yıl içinde. Ama iyi şeyler de oldu bu üç yıl içinde. Galatasaray dördüncü yıldızı taktı mesela. Bıraktığım mühendislik fakültesini tekrar okumayı düşünmeye başladım. İki tane çocuğum oldu. (Kitap) Korkma, annesiz büyüdüler içimde. Zaten senden sonra kimseyi sevemedim, güvenemedim. (Sanki bilmiyorsun) Üzülme, iyi şeyler bunlar. Onlar da etkilendi bu orospu ortamından. Kürtaj bile aklımda hâlâ. Hani "bıçaklar iyidir, saplandığı yeri olgunlaştırır" diyordun ya, hatırladın mı? Ben hiç unutmadım onu. Sapladığın bıçak kaldı geriye. Çıkarmaya çalıştım. Ancak üstte söylediğim çıkarma işlemi vardı ya, o işlem büyükten küçüğü çıkarmak gibiydi, eksildim ama yanlış eksildim. Yemin ederin buna da alıştım. Neye alışamadım biliyor musun? İsmin aklıma geldiğinde, içimdeki üşümenin çözümünü bulamayışıma. Çünkü sürekli sela verildi bu şehirde. Her sela sesinde adın yırttı dudaklarımı. Her cuma mesaj attı arkadaşlarım. Nasıl kurtulayım, sen söyle? Üç yılda değişmeyen tek şey bu işte.


Sitem gibi oldu ama anlarsın sen beni. Babasını kaybeden çocuk, Allah'a sadece "Umarım varsındır da sana bunun sebebini sorarım" diye sitem yapar ya, ben de aynını sana yapıyorum. Umarım okursun bir yerlerde.



Kaynayan kurbağa sendromu vardı ya hatırlar mısın? Kurbağayı kaynar suya atarsan hissedip direkt sıçrar, ama ılık suya atıp yavaş yavaş ısıtırsan kaynatarak öldürürsün deneyinden bahsediyorum. Benim olay bunun tam tersiydi. Bir anda kaynar suya atıldım lan ben. Sıçramayayım diye de dünya denilen kapağı kapattılar üzerime. Hem kaynattılar, hem de yaşayacaksın dediler. Mecbur kaldım anlıyor musun? Nefret ettiğim hayatta sike sike yaşadım amına koyim!



Birilerini anlamak zordur kuzen. Hele de gerçekten aynı duyguları hissetmek imkansıza yakındır. Çünkü herkesin dayanabileceği durumlar farklıdır. Yine de beni anlayan birileri var diye ümit ediyorum, buraya her saçmaladığımda. Sonra da diyorum ki; beni, sahip olduğu her şeyi kaybedenler anlar, ilk kazığı en güvendiğinden yiyenler anlar, intikam almak yerine Allah'a havale edenler anlar, gerçeği bildiği halde yine de yalana inanmak zorunda hissedenler anlar, sahip olmak elindeyken sırf inandığı doğrular nedeniyle elinin tersiyle itenler anlar, birilerinin açıklarını aramaya çalışmayanlar anlar, nefret ettiklerinin kötü durumundan faydalanmayanlar anlar, yokluğunu en erken hissetiği şey tuvalet kağıdı olanlar anlar, içine atanlar anlar ve Sagopa Kajmer'in Ahmak Islatan şarkısını dinlerken, nakaratında geçen şu cümleleri duyunca gözleri dolanlar anlar;

"İlk başta suya kanar gibi kandım, sözlerine inandım herkesin kalpten. Çok içten!"


Çünkü şarkı onlara yazılmıştır!




Mesut Cihan Demirel.

29 Kasım 2015 Pazar

Şüphesiz ki noktadan sonra büyük harfle başlanır (imla/12)

Merhaba kuzen. nasılsın?
Senin cevabını bilmiyorum ama benim cevabım şu şekilde;





(A Serbian Film'den bir kare)







Saçlarının dökülmesine, dişlerinin dökülmesine, açlığa, susuzluğa ve uykusuzluğa... hiçbir şeye engel olamıyorsun. kabullen, kontrolün başkasında olduğunu. hiçbir şey senin elinde değil. bugün nerede olursan ol, ne yaparsan yap, daha önceden kurulmuş çalar saat gibisin moruk. nerede öleceğini, nerede can çekişeceğini, nerede yaşayacağını, nasıl seveceğini... kısacası hiçbir şeyi bilmiyorsun. sadece hayal ediyorsun, sonra da o hayali gerçekleştirmek için çabalıyorsun. ömrün bir şekilde geçiyor. yalnız hayalleri olanlar için daha çabuk geçiyor. aradaki tek fark; hayallerinin seri katili olanlar ''mavi kabloyu mu kesiyoruz?'' diye düşünmüyor yaşamını biraz daha uzatmak için.

anlıyor musun?

Hal böyleyken neden hala bir amaç veya bir kutsal belirliyoruz, hiç düşündün mü? çok basit, eğer bazı şeyleri kontrol edemiyorsan, seni kontrol eden birileri vardır demektir. buna inanıyoruz. zaten birkaç kıyaslama yaparsan ne demek istediğimi anlarsın. örneğin, iş yerine gidiyorsun ve birileri senin neler yapacağını önceden ayarlayıp direktiflerle yönlendiriyor seni. sen de söyleneni yaparak kontrol noktasındaki buton görevini yerine getiriyorsun.

peki kontrol kimde?

Bunu etrafına bakarak kavrarsın. bir yerde konser olduğunu düşün. güvenlik önlemleri alınır değil mi? en başta da bir adam vardır ve kontrolü o sağlar... bizim durumumuz bundan daha planlı programlı. eğer bir mekanizmayı çok kurcalarsan hata vermeye başlar. çoğumuz böyleyiz. Ya sikerim, anne ve babanı düşün moruk. onlar nasıl seni eğitirken kontrolü bırakmıyorsa, içindeki o inanç veya ticaret zekan da bunu söylüyor sana!


İnsanlar ikiye ayrılır kuzen:
1- Burnundaki sümüğü çıkarıp, top haline getirip, iki parmak arasından fırlatanlar.
2- Aynı sümüğü çaktırmadan bir yere yapıştırmaya çalışanlar.

Ne o tiksindin mi? ulan yalnız kalınca anlamlı bir şey yapamayan insanların hepsi yalnızlıktan şikayetçidir. tıpkı senin gibi. çünkü yalnızlık, insanın kendini seyretmesidir. pc'yi açıp en iyi ihtimalle sanal profillerine girip ''ahlak, hak, demokrasi, barış, özgürlük, kadın, dayanışma...'' gibi şeyler paylaşan insanların çoğu, hatta %90'ı İnternet üzerinden vizyondaki filmleri seyretmek için link arar amına koyim. hep bir kendini öne çıkarma derdi, hep birilerine ispat derdi. ulan amcık ağızlı, o platformlarda en fazla 5 bin arkadaşın var lan. tüm dünyaya nutuk atar gibi neyin kafasını yaşıyorsun? toplamda 5 milyar insan var ve emin ol o arkadaş listendekiler dahil hiç kimse seni siklemiyor. ama sana da hak veriyorum. niye biliyor musun? çünkü eğer elinde gerçek ve sanal varsa ve sen hangisi çok kullanırsan diğeri daha çok soyutlaşır. ilizyonun gerçeklik payı budur işte. kendi gerçek hayatını ikinci plana atmak. sivilde ağzından küfür eksik olmayan insanlar, sanal mecrada TDK siki yutmuş gibidirler. dikkatli bakarsan ne demek istediğimi anlarsın.


Eğer insan; herhangi bir durumun çığırtkanlığını yapıyorsa, emin ol tam karşıtını duvar yapmıştır kendine. bunu karşılıklı takip yapan geri zekalılar daha çok yapar. vallah bak.


Oğlum, aslında tam olarak hissettiğim şey: çayı ocakta unutup evi patlatırken içinde olmak. bunu düşünürken aklımda sadece şu soru var; ''ben öleyim de, bizimkiler nerede kalacak?'' birilerini düşünerek geçiyor ömrümüz. kan bağın olan insanlar, kan davası güttü mü sana da? bana çok oldu lan. çünkü birilerini zaafını bilirsen eninde sonunda kullanırsın. bunlar da genelde kan bağın olanlardı. inan bana ne kadar çirkinleşeceğinin sınırını sen bile tahmin edemezsin o anlarda. birilerini maşa olarak kullanırsın, birilerini köprü olarak, birilerini koz olarak, birilerini prim olarak, birilerini çıkış kapısı olarak, birilerini kurtuluş olarak (kadınlar anladı)... ve Hakan Günday da haklıysa; birilerini de silah olarak kullanırsın. sonra da bu kullandığın şeyin yanlış olduğunu yok etmek istediğin insanlar üzerinden ''duvar'' olarak kullanırsın. biraz da olsa anlıyor musun?


Sana biraz güncel örnek vereyim. Hatta dün Ümit'in verdiği çok güzel örneği burada seninle paylaşayım. AKP'ye oy veren cahil insanlar kadar tahsilli insanlar da var değil mi? çünkü ortada %50'lik bir kısım var ve senin de etrafında çoktur veren. peki nasıl oluyor bu, hiç düşündün mü? moruk, bak anlatayım. eğer birilerini kullanmak istiyorsan ve ileride bunun kaymağını yiyeceğini düşünüyorsan onlara inanılmaz iyilik yaparsın. yani sürekli yemlersin. işlerini halledersin. kalıcı intiba bıraktıktan sonra da artık onları kullanırsın. hatta bunu o kadar iyi yaparsın ki, kendi gözleriyle bile görse inanmazlar yanlış bir şey yaptığına. hatta korumak için senden daha çok sebep (geçerli bahane) üretirler. evet, işçidir onlar. para vermediğin halde senin için çalışan işçiler. durum öyle bir hal alır ki, seni yaftalamak isteyen insanların açıklarını onlar bulmaya çalışır. bizler de böyleyiz oğlum, fark et artık. işimize yarayacağını düşündüğümüz insanlarla arkadaşlık ve dostluk kurarız. işte de böyle, sosyal hayatta da öyle.


asıl kontrol kimde?


Duygularını kontrol edebiliyor musun? sence ''bastırmak'' ve ''kontrol'' aynı şey mi? düşün amın feryadı, biraz düşün bakalım. sırf müslüman doğduğu için rötarlı da olsa cennete gideceğini düşünen amcıklar gibi düşüneceksen siktir git hemen bu blogdan. biraz önce yeni araba alan bir arkadaşım aradı ve ''ölmek istiyorum amına koyim'' dedi. doğal olarak sebebini sormam gerekiyor değil mi? Direkt alternatif sundum önüme. çünkü insanların ses tonlarından ne yapmak istediklerini anlıyorum artık. ya da delirdim amına koyim. bebe hiç konuşmadan kapattı yüzüme telefonu. yarım saat sonra da tekrar arayıp ''akşam Galatasaray maçına gidek la'' dedi. şaka yapmıyorum. kontrol anı ne zaman olur biliyor musun? cinnet anında. o an seni kendin bile kontrol edemez. ''iyi de yarram o nasıl olacak?'' deme, çünkü asıl kontrol direksiyonu bırakmaktır. çünkü karşındaki insanları kontrol edersin. ve çünkü sana çarpmamak için yoldan çıkan aracı, dolaylı olarak kontrol edersin. bu bağlamda da sen aslında göremediğin gücü kontrol etmiş olursun. anladın mı? sikimi anladın.


Bazen her şeyin senin yüzünden olduğunu düşündüğün oluyor mu? doğma sebebin, yukarıda bir yerlerde o meyveyi yiyip buraya düşmek olduğunu düşündün mü, yatağına uzanıp tavanı seyrederken?
Babana kızmamak için bahane bulmak zorunda kaldın mı?
Bulmasaydın, cinnet anında onu öldüreceğini düşünüp kendini rahatlattın mı?


iyi de moruk, bu kontrol kimde?


Kimdeyse versin, sevmem böyle şakaları. intihar etsen, ölmeden önce kimi düşünürsün? dur lan hemen düşünme, ben çok düşündüm. baban olmadığı halde ananı en çok sikeni düşünürsün. oradaki ''ana'' asla ilk anlamı değil. aha inanmazsan dayıya sor. eheheh. insan, ya hep yara açmayı sever, ya da hep yara açanı sever. ortası yok moruk. o yara da ne kadar büyük (derin) olursa, o kadar geç unutursun amına koyim.

Yeni açılmış lüks bir kafe (restauranttan playstation salona kadar bir dükkan getir aklına) düşün moruk. her şey sıfırdır, her şey mükemmel görünür. müşterilere sonsuz saygı vardır, güler yüz, düzgün diksiyon vs. peki ne olur zamanla? para kazandıkça ve etraf yaptıkça salarlar kendilerini. eski özen kalmaz. bak moruk, hayatının her evresinde böyle olacak. evlilikten, işten, arkadaşlıktan ve geriye kalan her şeye kadar aynı şekilde işleyecek. istediğin kadar dikkat et, düzeltemeyeceksin, engel olamayacaksın ve kurtulamayacaksın...


şimdi söyle bana, kontrol kimde?




mesut cihan demirel.