27 Ocak 2016 Çarşamba

Hasire ed dunyâ (Hacc/11)

Merhaba.

Geç kalınmış, hatta anlamsız ve gereksiz bir itiraf okuyacaksın birazdan...


Eğer yaşınız çift haneli rakamların ilk çeyreğindeyse, herhangi bir şeyin ölebilme ihtimalini düşünemezsiniz. Bu yüzden ölümsüz gibi yaşar ve hata yapmamaya, yalan söylememeye, rol yapmamaya, elinizdekilere sahip çıkmaya çalışırsınız. Hayatın anlık olduğunu unutup korkularına yenik düşebilir bir çocuk o yaşta. Ve bu nedenle ağlamaktan çekinmez. Utanmadan, hayvan gibi içten ağlayabilir. Tüm bunları da, büyüyüp tam tersini yaptığında anlar, bir parça.


O dönemlerde canınızı yakan bir şey olursa asla unutmazsınız. Korkularımızın, sevdiklerimizin, inandıklarımızın ve doğru bildiklerimizin büyük kısmını o yaşlarda ediniriz. Dikkatli bakarsan, çoğu şeyin çocukken beynine işlediğini fark edersin insanın. Bugün bile anne karnındayken, klasik müzik dinletip sakin ruhlu olacağına veya kimin fotoğrafına bakarsan çocuğun büyüyünce ona benzeyeceğine inanılır. "Yedide neyse yetmişte de odur" demelerinin büyük yüzdeli sebebi de budur belki de.


Neyse konuya gireyim.

Aradan neredeyse on beş yıl geçmesine rağmen babamı suçladığım bir olay vardı. Düne kadar da hâlâ suçluyordum. Hani yukarıda "herhangi bir şeyin öleceğine inanmazsın" cümlesi var ya, o gerçek moruk. Ben köpeğimin öleceğine inanmıyordum. Hatta ileride benimle konuşacağını bile düşünüyordum. Öyle bir sevgi vardı ki aramızda, köpeğime sır bile veriyordum. Bir köpek, kafasını boynuna koyup, ön ayaklarını da boynuna sıkıca sarıp uyuyorsa, o küçük kafanın içindeki kocaman dünyanda yaşadığın şeyin tarifi olamaz. Bunun karşılığı da en fazla sırlarını (dünyanın içindeki) paylaşmak olur zaten.


Bizim ilk evimiz: yedi yüz elli metre karelik kocaman bahçesi olan ve üç katlı bir evdi. İnanmazsın belki ama o alana tüm yalnızlığım sığıyordu, hatta zamanla mahalleye taşıyordu. Bu zamanlarda bir köpeğimin olması demek, yalnızlığı yok etmek anlamına geliyordu benim için, anlayacağın.


Peki, sahip olduğun ve sana ait olduğuna inandığın tek şeyin baban tarafından götürülmesi ne demektir, bilir misin? (Yarrağımın başını bilirisin.)


Hayatım boyunca babamı suçladım kuzen, ben. Bunu ona söylemekten de çekinmedim. Neler söyledim, bilsen var ya. Bak emin ol, benim babama söylediğimi, şeytan, Allah'a söylemiş olsaydı Araf (11/18) suresinde; cehennemin ateşini "kün feyekün" diyerek değil, ilk önce kafasını alıp cennetin ayak basılmamış en tenha yerine kadar sürterek götürüp yakardı. Öyle şeyler dedim çocuk beynimle. Büyüyünce de değişmedi ne yazık ki.


Yazarken bile gözlerim doluyor inan bana. Çünkü bu olayı yazmayı bile beceremiyorum. Gözümde canlanıyor o anlar. Hz. Yakup gibi hissediyor insan o yaşlarda bir şeyi kaybedince ve o hisle büyüyor sonra. Şimdi dürüst ol lan, sen neyi sahiplenebilirdin ondan sonra?


Babam, dayanamadı ve yeni bir köpek aldı. Ama olmadı. Hiç sevemedim onu.


Bizim ilçeye haftada bir pazar olurdu ve normalde alamadığın şeyleri orada bulabilirdin. Benim ergen yaşlarımda en çok dinlenen sanatçılar İbrahim Tatlises, Ferdi, Müslüm, Orhan gibi arabesk tarz yapanlar ve Ahmet Kaya'ydı. Ayrıca pop dinleyene ibne gözüyle bakılırdı. Vallah bak. Neyse. Bir gün annemle gezerken pazarı, kasetçinin önünden geçtik. Annem arka tezgahta iç çamaşırı bakarken ben de kasetlere bakıyordum. Hani nasıl söyleyeyim, uzun zaman haber alamadığın birinden mektup gelir ya, ya da ilkokulda en sevdiğin arkadaşını yolda görürsün falan... anla işte lan. Abi, kasetin üstünde DUMAN yazıyordu, altında da albüm ismi "Alışman lazım" yazıyordu. Lan aradan üç yıl geçmiş, on üç bilemedin on beş yaşındayım ve köpeğim, bana "alış artık" diyordu. Köpeğimin adı Duman'dı, evet. Cebimde tam tamına beş milyon vardı. Ama kaset altı milyondu. Pazarcı amcaya "Beş milyonum var ama bu kaseti istiyorum" dedim, adam da "Bu kaseti zaten alan yok, al senin olsun" dedi. Aldım kaseti ve eve geldim. Taktım teybe, ikinci tarafın ilk parçasında çıkmıştı o şarkı ve bana "Belki alışman lazım, bu yalnızlığa..." diyordu. Dinledim. Sardırdım dinledim. Ağladım dinledim. Sürekli dinledim. Sonra taktım A tarafını, benim için en anlamlı parçayı dinledim. "Haberin yok, ölüyorum..." on beş yaşındayken birinin ölmesi, Mario oyununda bölüm sonunda tüm haklarının bitmesi gibi gelir. Ya da atari salonlarında jetonlarının bitmesidir. Yakartopta vurulmak, seksekte çizgiye basmak, körebede ebeye yakalanmak ve saklanbaçta sobelenmektir. Oyundur ölüm. 


Babama "Duman da ölmüş müdür?" Diye sorduğumda "Hayvanlar ölmez oğlum, tür değiştirir, şimdi kuş olmuştur." gibi saçma bir teselli cümlesi söyledi. İşin tuhafı, inandım lan.


Ama o yaşların sonunda nefes problemi çekip ölümle burun buruna kalınca, aslında ölümün sadece filmlerde olmadığını anlamıştım. Cüneyt Arkın'ın oynadığı Battal Gazi filmleri de yalancıydı, Kartal Tibet'in oynadığı Tarkan filmleri de. Bu gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım.


Ahmet Kaya, öldü dediklerinde bile kaset çıkarmıştı oysa!


Fakat Duman'ın ölme fikri hiç inandırıcı gelmemişti. İnanmıyordum. Niye biliyor musun? Çünkü onu en son gördüğümde yaşıyordu.



Gelelim asıl mevzuya. Askere gitmeden iki yıl önce babaanneme kan kanseri teşhisi kondu. Doktor, amcama "Hüseyin bey, sen de doktorsun ve kandırmaya gerek yok. Anneniz maksimum altı ay yaşar." dedi. Ama tam sekiz yıl yaşadı kuzen. İnanabiliyor musun? Tam sekiz yıl, bir insanın öleceğini bile bile onun gözünün içine bakarak gülmeye çalışmak nasıl bir şey düşüne biliyor musun? Peki, o altı aydan sonra her sabah nefesini kontrol etmeye çalışmayı bilir misin? Ulan, birine hem "ölmeyeceksin" deyip, hem de öleceğini düşünüp kendini sürekli hazırlamak ne demek bilemezsin! Nasrettin Hoca misali işte...


Babaannem öldüğünde, babam yoldaydı moruk. Defin ederken oradaydı ve hiç ağlamadı. Sadece sustu. Akşamına da içti. Dedemin, "içim yanıyor, sen alkol alıyorsun" yükselmesine karşı; "Orman yangını su, organ yangınını rakı söndürür" sözünü de o gün etmişti. Çünkü inanmıyordu öldüğüne. Sonra aradan üç ay geçti ve dedem kollarında öldü. Babam, üç gün ağladı. Ben böyle bir ağlama görmedim. Ses tonu, Cem Adrian'ın Sarı gelin türküsündeki ses oktavına birebir dönüşmüştü. Ben de o anda anlamıştım, hayatın kocaman bir sıfırdan ibaret olduğunu.


Geçen gün babama, "Duman, yaşıyor mudur baba?" diye sordum gülerek. İstemsizce yaptım bunu. O da, kandıramayacağını anlayınca "Köpekler, en fazla on yıl yaşar." dedi. "Bıraksaydın da on yıl kalsaydı yanımda." diye çıkışır gibi oldum, "Oğlum, ben o köpeği götürdüğümde dokuz yaşındaydı zaten." diye kesti sözümü. Sonra devam etti. "Eğer bir şeyin öldüğünü gözlerinle görmezsen inanmazsın. O köpeği çok seviyordun. Ölürse geri gelmeyeceğini bilirdin ama eğer götürürsem bu umutla yaşayabilirdin, ki öyle de oldu. İkinci olanı seçtim. Ama bunu yaparken hayatın anlık olduğunu unuttum. Yine de keşke demiyorum. Diyemiyorum. Keşkeler geri gelmiyor maalesef. Bak bana, annem mi öldü, yoksa babam mı karar veremiyorum. Babamın mevzu açılınca 'rahmetli babam, şöyle derdi' şekilde konuşurken, annem için aynını diyemiyorum..."


Ne kadar çok şeyin varsa, o kadar çok kaybedersin moruk.


Babam, köpeğimin öleceğini biliyordu. Ancak bir şeyi unutmuştu. Ben arabayla kaza yapınca bile araba sürmemeye yemin etmiştim. Yani eğer ölseydi köpeğim, belki her şeyin bir gün yok olacağına inanardım, şimdi ise hiçbir şeye sahip olmak istemiyorum. Çünkü birileri gelip onu alacak zannediyorum. Korktuğun şeyin olma ihtimali, olmasından daha fazla üzüyor insanı. Çünkü birinde sürekli yaşıyorsun, diğerinde bir kere. Bu ölümden daha kötü. Ve maalesef, geri gelmeyeceğini bildiğim bir şeyi beklemeyi çok iyi öğrendim o yaşlarda. Öyle büyüdüm...


Babaannem kanser olduğunda Tarık Akan'ın filmini yaşıyorduk resmen. Hani şu üç kardeşin konu alındığı film. Hatırlarsın işte. O çocuğa nasıl davranıyorlarsa, biz de öyle davranıyorduk. Çocuk, "Öldüğümde bilyelerim senin olsun" demişti ya arkadaşına, benimki ölmeden olmuştu işte. Anlıyor musun?


Babam, annesi öldüğünde neden ağlamadı biliyor musun? Çünkü daha önceden, yani sekiz yıl önce kabullenmişti ölümünü. O günden beri inandırmıştı kendi. Ve ölünce de bedenini koydu toprağa, yirmi dört yaşında gömdüğü kardeşinin mezarına, Ankara'ya.


Ben de ağlamamıştım, Duman'ı götürdüğünde. Sinirlenmiştim. Belki sinirden gizli gizli, yalnız umutlu. Ölmemiştiki benim için. Birazdan koşup gelecekti... Şu an ağlamak o kadar kolay ki. İçten içe de değil, ana bacı söver gibi. Olmuyor hâlâ. Kabullenmek bu kadar kolayken hem de!


Her neyse, ben, babamı affettim kuzen. O çocuk kalan yerim de affetti. Çünkü öleceğini düşünmenden benimle büyüdüğünü zannettiğim köpeğim çoktan öldüğünü biliyorum artık. Belki gittiği ilk gün biliyordum ama artık buna gerçekten inanıyorum.


Bak elinde kalanlara. Dikkatli bak. Kaybedeceksin. Neyin varsa, ya aynı anda, ya da teker teker kaybedeceksin. Aynı gün, üst üste... ama mutlaka!


Ben mi?


Ben sadece, boşluğa bakıp umut etmeyi ve Asr suresinin ikinci ayetini haklı çıkarır gibi yaşamayı öğrenmişim bu geçen sürede. Hatırla, ne diyordu ayette:

"İnsan, ziyan içindedir."
(Asr/2)




Mesut Cihan Demirel.

17 Ocak 2016 Pazar

Çalar saat

Merhaba Romalılar.

Bugün hırsızlık hakkında biraz konuşalım. Ama her şeyden önce bu dünyada herkesin bir parça hırsız olduğunu kabullenmeni istiyorum. Öyle oku. Onun bilinciyle devam et.


Adem ve Hava, cennet bahçesinden elma çalar.

Anne ve baban, seni yapmak için uykusundan çalar.

Dostların ve arkadaşların, zamanını çalar.

Sevgililerin, duygularını çalar.

En sonunda da Azrail, bedeninden ruhunu çalar.


Küçükken, komşunun bahçesinden meyve çalardık. Kimimiz cebimizi doldururduk, kimimiz midemizi. Cebini dolduranlar, bahçeden çıkınca karşımızda özendirerek yerlerdi. Biz de, sanki demin yememişiz gibi bakardık. Sonra bu durum büyüdükçe değişti. Artık insanlar her şeyi o yöntemle yapmaya başladı. Unutma, özendiğin her şeyi bir gün denersin.

Belki de şeytan, o meyveyi Adem'le Havva'nın karşısında yiyip canlarını çektirmiştir. Kim bilir?


Hatırla, herkese güvenirsin önce. Sonra da kazık yersin. Daha sonra da sen atarsın. Ve zamanla bu durum: "artık kimseye güvenmiyom yhaaa" demeni, her sabah "günaydın" demek kadar pelesenk haline getirir dilinde. Laşkalaşırsın. 

Birilerine hep "iyi niyetimden vurdular" yalanını sokmaya çalışırsın. İşin garibi, bu yalana sen, herkesten çok daha kolay ve en önce inanırsın.

Tuvalet kağıdı kadar yumuşak olursan, birileri seni yanında açığını kapatmak için kullanır.

Yalan söylemek de hırsızlıktır. Birini kandırmak için doğruyu yalan, yalanı da doğru şekilde anlatırsan ne olur biliyor musun? Dene.

Birine verdiği şeyin iki katını almak da hırsızlıktır. Bundan yola çıkarsan dünyanın kendisi de hırsızdır.

Ama hangi çağda olursa olsun, o dönemin en büyük hırsızı zamandır. Zamanın çaldığını, yerine kimse koyamaz. Dünyanın kendisi bile. 

Gerçi koysa ne olacak; yine çalmaz mı?


Düşmanın en kusursuzu da zamandır. Çünkü elinden hiçbir şey gelmez.


Uzun zamandır, "Ölümsüzlüğün ilacını bulsam ne yaparım?" diye düşünüyorum, ama olumsuzluğun ilacına düşmüş gibi yaşıyorum. Ölümsüzlük düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Bence son mermiyi insan kendine saklamalı.

Dağınık yazdım, kusura bakma. Valla inan, kafamın içi daha dağınık.


Neyse uzatmayayım. Yakında psikolog olacak arkadaşım, konuşmak istedi benimle. Eve davet ettim. Kahve yaptım. Hiçbir şey değişmedi. Üstüne üstün bir günümün %30'unu da o çaldı. Anlattım aklımı kurcalayan şeyleri, ben anlattıkça elindeki defteri karaladı, yetmedi boş boş konuştu. Yok Freud'un bu olaya bakışı şuymuş, yok küçükken maruz kalınan şiddet (sözlü) düşünceleri ters yöne tetiklermiş... yani Jed Rubenfeld, Dostoyevski, Irvin Yalom, Knut Hamsun, Gary Small ve John Katzenbach gibi yazarların kitaplarından derlediği sikimtrak cümleler kurup durdu. Tanılar, yol gösterirmiş, hepsi başta yanlış çıkabilirmiş, ıvır zıvır konuşmaları tam ilaçlara geliyordu ki; raftan Karen Horney'in "içsel çatışmalarımız" adlı kitabını verip, meslek hayatında başarılar diledim.  (Umarım okumaz burayı.)

Onun da her şeyi anlayacağı günler gelecek. Senin de gelecek. Herkesin anlayacağı günler de gelecek. Merak etme, anladığın için çıldırdığın gecelerin de olacak. Anlam vermeye çalışırken yorulduğun gündüzlerin, anlamını yitirdiğin şeyleri aramaktan uykusuz kaldığın gecelerin olacak.

Duvarlara bak. Ne anlama geliyor senin için?

Sırtını, sırrını, sanrını ve ağrını bilen tek şey duvar olunca anlayacaksın beni. Şimdi değil. En azından şu an değil.


Psikolog (ileride) arkadaşıma, "Hırsızlık yaparak içeri (mahpus, hapishane) giren bir insan, ne kadar onurlu olabilir ki?" diye sormuştum. O da karşılık olarak, "Onur olsa hırsızlık yapar mı?" cevabını vermişti. Aynı soruyu içeriden yeni çıkan arkadaşıma sorduğumda, "gambazlamayacak kadar" cevabını verdi.


Birinden çalıyorsan, bu geri veremeyeceğin bir şey olsun. İstese de alamayacakları, istesen de veremeyeceğin şeyleri çal. Ve biri, sana "zamanını çaldım" derse, onu geri iste, öldürmek için...


Son bir soru;

"Sabahın ilk ışıklarını seyretmek, ne kadar anlamlı senin için?"



Mesut Cihan Demirel.

12 Ocak 2016 Salı

Ah

Bir gün, hastayım diye okula gitmedim. Çakma raporu alıp okula giderken önümden hızlı adımlarla yaşlı bir amca okula girdi. Lisede raporlar müdüre verilirdi. Odasına doğru ilerledim. Tahmini beş metre kalmıştı kapıya ki Müdür, demin giren adamı bir yandan zorla dışarı çıkarıyor, diğer yandan da "ne laftan anlamaz bir adamsın yahu, Levent hoca yok burada diyorum, illa polis mi çağırayım?" diyordu. Kapıdan çıkınca koşup araya girmeye çalıştım. Çünkü bu sayede müdürün gözüne girme durumum vardı. Çocukluk işte. Neyse kuzen, atladım adama çektim kenara. Müdür, fırsattan istifade o sinirle bir tane tekme attı adama. Adam, depremde çöken binalar gibi yığıldı dizlerinin üzerine. Aynı anda müdür de, hiçbir şey demeden girdi içeri ve kapattı kapıyı.

Donup kaldım. Adam, ağlamaya başladı. İç çeke çeke hem de. Dayanamadım çöktüm yanına. "Kalk amca" dedim, "çıkalım dışarı, yoksa müdür polis çağırır." Adam, önce bir baktı bana, "doğru ya, onlar okumuş adam. Polis gelirse dinlemez beni. Sormaz bile, 'neden?' diye. Haklısın." deyip doğrulmaya çalıştı. Girdim koluna, "ben sorarım, anlatacan mı?" dedim. Üstünü silkti. Şerefsiz müdür, nasıl vurmuşsa izi çıkmış üzerinde. Pantolonu hafiften yırtılmış bile.

Çıktık dışarı.

"Ne oldu?" dedim, cebinden maltepe sigarası çıkarıp ağzına aldı. Yakmaya çalışırken, "okul ne öğretir insana?" dedi yarım yamalak, kendimden emin bir şekilde, "valla bana matematiği, fiziği, kimyayı öğretemediği kesin. Bi' geçemedim amıniyim..." dedim. Gülümser gibi oldu, "zaten matematiği öğrendiği gün piçleşir insan" dedi ve sırayı vermeden, "Levent hocayı tanıyor musun?" diye sordu ardından, "evet" dedim, "Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine giriyor." Sigaradan mı yoksa cevabımdan kaynaklı bilmiyorum ama öksrükler arasında, "tam adamına vermişler ha.." dedi. Şaşkın şaşkın bakıp, "niye ya, Levo iyidir" dedim. Hiç gevelemeden, "bizim yeğen var 10/C'de, adı Nuriye. Ona geçen demiş ki, 'senin amcan çiftçi, malları (büyük baş hayvan) var, eğer bana uygun bir kurbanlık mal satmazsa seni bu dersten geçirmem.' Kız da geldi bu olayı bana 'sevdiğim bir hoca var, kurbanlık kesecek ama çok parası yok, uygun bir şey yapalım sevaptır' diye çevirdi. Google çevirisi gibi. Ben de on binlik malı, dört bine verdim. Ama üçüncü yıl oldu hâlâ para vermedi. Artık telefonlarıma da bakmıyor. En son konuşmada da 'kızınızı geçirdim, yeter bu size' dedi. Kızın üzerine gidince korkudan döküldü ama benim derdim bu adamın bu okuldan gönderilmesi. Çünkü öğretmen, sahtekârsa yetiştirdiği öğrenci ne olur?" dedi ve kafamda şalterler koptu resmen. "Haklısın amca" diyebildim ancak dişlerimi sıkarken. "Sen burada kal iki dakka" deyip okula yöneldim geri.

Girdim içeri.

Merdivenleri üçer beşer atladım. Müdürün kapısını bir kere tıkatıp açtım. Cebimden sahte hastalık raporunu çıkarıp masasına koydum. Bakmadı bile. "Tamam, geçmiş olsun" dedi, müdür. Kapıya kadar gidip, geri döndüm. Elimi masaya koydum, müdür karmaşık bir ifadeyle yüzüme bakıyordu. Aman vermeden direkt, "bugün, hasta rolü yapıp okuldan kaçan öğrencilere, yarın ülke emanet edeceksiniz..." dedim. Müdür, hiçbir şelilde konuşmadan, inanır mısın cevap vermeden üç gün uzaklaştırma yerleştirdi sicilime. Orospu çocuğu işte.


Çıktım dışarı.

Adam beni bekliyormuş. Yanına gittim. "Bir sigara versene hacı baba" dedim. İkiletmedi sağ olsun, çıkardı verdi. Bonus olarak yaktı da. Bir iç çekip öksürmeden çıkarmaya çalıştım dumanı, sırf ilk olduğu belli olmasın diye geneleve gidip çorap çıkarmayan ama iki dakikada boşalan amcık ağızlılar gibi. Rol yaptım. Bu haldeyken bile. Boğazımı temizler gibi yaparken öksürüğü absorbe ettim ve cümleye "okul" diye girdim, "okul" dedim, "bana şu an, asla dürüst olmamayı öğretti amca."


Beraber çıktık aynı okuldan, farklı yönlere ilerledik..


Dürüst olmanın bedeli ağırdır kuzen. Çünkü bugün kime sorarsan sor, suçlayacak birilerini bulurlar. Eğer bulamazsak ölürüz. Tıpkı üstteki çiftçi amca gibi.


Yolda mendil satan çocukları hiç kimse fark etmez, ancak sanalda peygamber siki yutmuş gibiyizdir. Tıpkı üstte bahsi geçen Levent gibi.


Sırf para için inanmadığın davayı ölümüne savunur bir avukat. Sırf para kazanmak için. Eve gidince, vicdanı "neden, sayın amına koduğumun evladı?" diye sorarsa, "ben işimi yaptım" diyebilir o yüzden gönül rahatlığıyla. Tıpkı üstteki okul müdürü gibi.


Bazen de ne yaparsan yap yoluna girmez hiçbir şey. Zaten hiç girmemiştir. Bunu düşünür bir sigara yakarsın. Elinden sadece küfür etmek gelir, onu da içinden edersin, tıpkı bir çocuk gibi...



Not: İnsan, en çok neye inanırsa, en çok ona ihanet eder.



Mesut Cihan Demirel.

11 Ocak 2016 Pazartesi

Kum torbası

Merhaba moruk.
En sevdiğin şarkıyı dinlerken, sesini kısmak zorunda kaldığın durumlar kadar mecbur hissederek oku.


Otobüsler tıklım tıklım dolu, sokaklar, evler ve kafamın içi iğne atsan yere düşmeyecek derecede dolu. Bunun kötü yanları da var, iyi yanları da. İnsanlar, çoğaldıkça yalnızlaşıyor. Bir şeyden kurtulmanın kestirme yolu onu öldürmektir. Yalnızlıktan kurtulmanın yolu da böyledir. Ancak biz, fizik problemlerindeki formül içinde formül çıkarma veya değişme yönteminin benzerini yapıp yok edeceğimize daha da çoğalttık. Dinamit gibi düşün moruk. Asıl amacı inşaat ve madencilik içindi ama balık avından suikastlere kadar hep can yakmak için kulanıldı genellikle. Biz de yalnızdık. Kurtulmak için bir insana daha ihtiyaç duyduk. Ne oldu sonra? Daha da acılı, sancılı ve kanamalı yalnızlık çektik. Maalesef. Ancak öyle.


Bazen "-lar ve -ler" eki çoğaltılmış yalnızlıktır.


Uzun zamandır anlamsız şekilde acı çekiyorum. Buna rağmen gülümsüyorum. Ne kadar acı çekiyorsam, o kadar içten kahkaha atıyorum, inan. Çünkü yanlar (saç) ne kadar açılırsa, üstleri o kadar uzatıtsın.


Dünyayı dövüş ringi gibi düşün. Peki, bu durumda seni ayakta tutan etrafındaki ipler midir, yoksa ringin dışında seni destekleyenler mi? Düşmemek için iplere tutunursun. Yıkılmamak için, kaçmak için, zaman kazanmak için ve en doğru ifadeyle; knock-out olmamak için iplere tutunursun. Fakat kazanırsan bunu seyirciye (sadece destekleyen) borçlu olduğunu söylersin. Çünkü nankörsün.


Etrafımda ölü insanlar var. Biriyle konuşurken, aklıma sadece öleceği gün aklıma geliyor. Konuşma bitince acı çekiyorum. Pişman oluyorum. Aynı durumu sen de yaşamışsındır; çünkü karşındaki insana gerçeği söylemek zordur. Gerçeği, içinde kurduğun cümleleri boğazlayarak ölü halde çıkarmak daha zordur. Eğer okursan bunu, bir kurban seç ve gerçekten içinden geçenleri, içinden geçtiği gibi söyle. Lütfen yap bunu. Kim olduğu önemli değil, bir gün öncesinde yüzüne başka, arkasına başka konuştuğun birine dürüst olmanı istiyorum anlayacağın.


Kenan, "seri katillerin ortak özelliği nedir?" diye sordu. "Kurbanları olması" dedim. O da "hayır, öldürdüklerini bilmemesidir" dedi. Haklıydı kuzen. Çünkü hepimiz seri katiliz. Hepimiz öldürdüğümüz hiçbir şeyin farkında değiliz.


Aynı ortamda on beş kişi olduğunu düşün. Loş ışıklar altında, yüksek sesli bir mekanda on beş kişi ile bir şeyler içip muhabbet etmeye çalıştığını getir gözünün önüne. Ki eminim arada yapıyorsundur bu tarz buluşmaları. O ortamda ilk fark etmediğin şey, herkesin ikişerli veya üçerli gruplara ayrılıp tamamen zıt muhabbetler etmeleridir. Kimse kimseyi dinlemez ama herkes herkesi anlar. Rahatsız olduğun hiçbir şeyi dile getiremezsin. En basitinden müziğin sesini kıstıramazsın. Çoğu beş dakikada bir telefonuna bakar bu buluşmalarda. Sonra "ya telefonları bırakalım" serzenişinde bulunur. Komiktir fakat herkes ciddiye alır. Zaten insanlar, neyi itiraz ederse onu yaparlar.


Her şeyden önce ölümü getir aklında. "Bugün ölebilirim" demeyi tek kuralın haline getir. Çünkü bu dünyada herkes ve her şey için geçerli tek kural, ölümdür. Bunun dışında kabullenebileceğin hiçbir şey yokken en çok buna isyan eder ve kabullenemezsin. Tuhaftır.


Ringe çıktığında hiçbir şeysindir, ancak indiğinde her şeye sahip olan bir hiçsindir. Çünkü o ringe hiçbir şey olarak çıktığın ilk gün bilmelisin ki, ne kazanırsan kazan hiçbir şey olarak tekrar inersin. Dünyanın kanunu bu. Soyut yaraların olmadan somut anlamların olmaz. Olamaz.
Ama dünya ringinde tam tersi olur.


Boş zamanlarında ne yap biliyor musun? Git mezarlığa, en kuytu köşedeki mezarın başına oturup bir sigara yak. Sonra o mezar taşına bütün anlamlarını yükle. Kocaman dedikleri dünya da o kadar işte. Bundan ibaret.


Öleceksin kuzen. Cidden öleceksin. Hem de yaşamayı en çok istediğin zamanda. Sürekli savaştığın dünyada aslında ne kadar savunmasız olduğunu hissettiğin anda, hatta tetikte bekleyen mermi gibi yaşadığın ama hazırlıksız olduğunu gerçekten kavradığın anda. Gerçi hep hazırlıksız ve savunmasız yakalanır insan. Bunu lütfen fark et. Çünkü etrafında birileri olacak ve onlar da ölecek. Her şey çürüyecek, eskiyecek, bozulacak ve ölecek. Hepsinin tek bir ortak noktası da yalnızlık olacak.  Önce yalnızlığı öğrenir insan, sonra yalnızlığı öldürebileciğine inandırıldığını gözardı ederek yaşamayı. Gözardı etmeyi de, bir yalnızlığı öldürmen için başka bir yalnızlığı tatmanı sağladığını, onu da öldürmek için başkasını tatmaya çalıştığında fark etmeyerek öğrenecekceksin.
Öğrenmek?


Ve yalnızlığın katlanmaya devam edecek.


Savunmasız kalmayı en iyi tobüste giderken şoföre güvenen yolcular fark etmiyor. Hatta en kusursuz onlar bilmiyor. Çünkü hayatın kontrolü yok kuzen. İsmini bile kendin koyamıyorken, kapı önündeki terliklerden ne farkın var ki?

Otobüs ringse, ipleri de tutunduğun plastiğe sarılmış demirlerdir. Ya dünya otobüsse?


Aynı gün ve aynı saatte, dizi ve futbol maçı varsa herkes kendi programını seyretmek ister. Ancak tekrarı aynı hafta içinde milyon kez yayınlanır. Ona rağmen kaçırmak istemeyiz. Dünyadaki ilkler de böyle. Tekrarı milyon kere olur ama tadı ilki gibi olmaz. Çünkü bilirsin. 

Peki, sonunu bildiğin halde neden rol yaparak yaşıyorsun?

Bu dünyadaki tek dayanağın kum torbandır moruk. Ring ipleri veya taraftarın değil. Çünkü en cılız, en güçsüz, en hırslı anını o kum torbaları bilir. Yanında duran, seni dinleyen, her şeyini bilen, daha iyi eden hatta en iyisi eden tek şey yumrukladığın kum torbandır. Biraz düşünürsen o insanın kim olduğunu hatırlarsın. Ölmediyse, bul ve ona sahip çık. Her neredeyse.
Bırak ipleri...



Mesut Cihan Demirel.

3 Ocak 2016 Pazar

Tespit (Vol. 1)

Merhaba moruk.


Bir video ile ünlü olursun, bir fotoğrafla kahr.
Bir bakışla aşık olursun, bir bakışla katil.
Bir hamleyle galip olursun, bir hamleyle mağlup.
Bir saniyeyle birinci olursun, bir saniyeyle sonuncu.
Bir puanla taktiri kaçırırsın, bir puanla sınıfta kalırsın.
Bir cümleyle hümanist olursun, bir cümleyle faşist.
Bir hareketle sapık olursun, bir hareketle kahraman.

Aynı şeyler yaparsın, farklı tepkiler alırsın.


Böyle bir dünyada doğru ve yanlış; yapılan şeyle değil, o şeyi kimin yağtığıyla orantılıdır.

Mutluluk, herkes için farklıdır ve genelde tam zıttıdır.

Çocuk için çamurla oynarken üzerine bulaşması zevkliyken, yetişkin için çamur, çıkması gereken lekedir.


Mutluluk; sağlıklı insanlar için değil, günde birkaç hap almadan o günün tamamını göremeyecek olan insanlar için, anlıktır.


Gazetenin bulmaca ekinde sorarlar, "bir ağırlık birimi." diye, sen de kaldıramadığın ne varsa sığdırmaya çalışırsın o üç harflik yere. Ama asla sığmaz. Çünkü o bulmacayı hazırlayan bilmez ki; kaybetmek de ağırlık birimidir.


Genelde, arkadaşının son sigarasını "tiryakinin son sigarası alınmaz" deyip geri çeviren insanla, "iç oğlum, yeni paket alacam" diyen insan aynı tiptir.


Anılar, rap şarkıları gibidir. Sadece kötü olanlar nakarata denk gelir, daha yavaştır.


Gizlemek ihanettir, gizlenmek tanrısal. Aradaki "n" harfine dikkat et, en önemli cevapların sorusu hep o harfle başlamıştır.


Hepimiz, "bir ilişkinin temelinde dürüstlük yatar" deyip en çok onun üzerine basarız.

Etrafındaki erkekleri yamyam olarak götüp şikayetçi olan kadınlar, hep dekolteli elbiseler giyerler.

Cinselliği ikinci, hatta beşinci planda görenler, erkek erkeğe olan ortamlardaki muhabbetlere siktiği kadınları meze yaparlar.

Karşılıksız ve çıkarsız olduğunu ispatlamaya çalışanlar, sanal ortamlarda takibe takip takılırlar.

Şairler, yaşadığından çok yaşattıklarını yazarlar.

Neye karşı çıkarsan, onu duvar veya maske olarak kullanırsın.

Şu anda neye nefret duyuyorsan, geçmişte ona olan sevgin kadardır.

Arabaya bindiğinde, kaza yapma düşüncen, kaza yapma ihtimalinden iki kat daha fazladır. O nedenle düşünce, eylemden daha yıpratıcıdır.

En çok neyi şikayet edersen, en fazla ona maruz kalırsın.

En çok nefret ettiğine, daha çabuk alışırsın.

Ve ulaşmak istediğine değil, kaçtığına yakınsın.




Mesut Cihan Demirel.