Merhaba Romalılar.
Bugün hırsızlık hakkında biraz konuşalım. Ama her şeyden önce bu dünyada herkesin bir parça hırsız olduğunu kabullenmeni istiyorum. Öyle oku. Onun bilinciyle devam et.
Adem ve Hava, cennet bahçesinden elma çalar.
Anne ve baban, seni yapmak için uykusundan çalar.
Dostların ve arkadaşların, zamanını çalar.
Sevgililerin, duygularını çalar.
En sonunda da Azrail, bedeninden ruhunu çalar.
Küçükken, komşunun bahçesinden meyve çalardık. Kimimiz cebimizi doldururduk, kimimiz midemizi. Cebini dolduranlar, bahçeden çıkınca karşımızda özendirerek yerlerdi. Biz de, sanki demin yememişiz gibi bakardık. Sonra bu durum büyüdükçe değişti. Artık insanlar her şeyi o yöntemle yapmaya başladı. Unutma, özendiğin her şeyi bir gün denersin.
Belki de şeytan, o meyveyi Adem'le Havva'nın karşısında yiyip canlarını çektirmiştir. Kim bilir?
Hatırla, herkese güvenirsin önce. Sonra da kazık yersin. Daha sonra da sen atarsın. Ve zamanla bu durum: "artık kimseye güvenmiyom yhaaa" demeni, her sabah "günaydın" demek kadar pelesenk haline getirir dilinde. Laşkalaşırsın.
Birilerine hep "iyi niyetimden vurdular" yalanını sokmaya çalışırsın. İşin garibi, bu yalana sen, herkesten çok daha kolay ve en önce inanırsın.
Tuvalet kağıdı kadar yumuşak olursan, birileri seni yanında açığını kapatmak için kullanır.
Yalan söylemek de hırsızlıktır. Birini kandırmak için doğruyu yalan, yalanı da doğru şekilde anlatırsan ne olur biliyor musun? Dene.
Birine verdiği şeyin iki katını almak da hırsızlıktır. Bundan yola çıkarsan dünyanın kendisi de hırsızdır.
Ama hangi çağda olursa olsun, o dönemin en büyük hırsızı zamandır. Zamanın çaldığını, yerine kimse koyamaz. Dünyanın kendisi bile.
Gerçi koysa ne olacak; yine çalmaz mı?
Düşmanın en kusursuzu da zamandır. Çünkü elinden hiçbir şey gelmez.
Uzun zamandır, "Ölümsüzlüğün ilacını bulsam ne yaparım?" diye düşünüyorum, ama olumsuzluğun ilacına düşmüş gibi yaşıyorum. Ölümsüzlük düşüncesi bile midemi bulandırıyor. Bence son mermiyi insan kendine saklamalı.
Dağınık yazdım, kusura bakma. Valla inan, kafamın içi daha dağınık.
Neyse uzatmayayım. Yakında psikolog olacak arkadaşım, konuşmak istedi benimle. Eve davet ettim. Kahve yaptım. Hiçbir şey değişmedi. Üstüne üstün bir günümün %30'unu da o çaldı. Anlattım aklımı kurcalayan şeyleri, ben anlattıkça elindeki defteri karaladı, yetmedi boş boş konuştu. Yok Freud'un bu olaya bakışı şuymuş, yok küçükken maruz kalınan şiddet (sözlü) düşünceleri ters yöne tetiklermiş... yani Jed Rubenfeld, Dostoyevski, Irvin Yalom, Knut Hamsun, Gary Small ve John Katzenbach gibi yazarların kitaplarından derlediği sikimtrak cümleler kurup durdu. Tanılar, yol gösterirmiş, hepsi başta yanlış çıkabilirmiş, ıvır zıvır konuşmaları tam ilaçlara geliyordu ki; raftan Karen Horney'in "içsel çatışmalarımız" adlı kitabını verip, meslek hayatında başarılar diledim. (Umarım okumaz burayı.)
Onun da her şeyi anlayacağı günler gelecek. Senin de gelecek. Herkesin anlayacağı günler de gelecek. Merak etme, anladığın için çıldırdığın gecelerin de olacak. Anlam vermeye çalışırken yorulduğun gündüzlerin, anlamını yitirdiğin şeyleri aramaktan uykusuz kaldığın gecelerin olacak.
Duvarlara bak. Ne anlama geliyor senin için?
Sırtını, sırrını, sanrını ve ağrını bilen tek şey duvar olunca anlayacaksın beni. Şimdi değil. En azından şu an değil.
Psikolog (ileride) arkadaşıma, "Hırsızlık yaparak içeri (mahpus, hapishane) giren bir insan, ne kadar onurlu olabilir ki?" diye sormuştum. O da karşılık olarak, "Onur olsa hırsızlık yapar mı?" cevabını vermişti. Aynı soruyu içeriden yeni çıkan arkadaşıma sorduğumda, "gambazlamayacak kadar" cevabını verdi.
Birinden çalıyorsan, bu geri veremeyeceğin bir şey olsun. İstese de alamayacakları, istesen de veremeyeceğin şeyleri çal. Ve biri, sana "zamanını çaldım" derse, onu geri iste, öldürmek için...
Son bir soru;
"Sabahın ilk ışıklarını seyretmek, ne kadar anlamlı senin için?"
Mesut Cihan Demirel.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder