27 Ocak 2016 Çarşamba

Hasire ed dunyâ (Hacc/11)

Merhaba.

Geç kalınmış, hatta anlamsız ve gereksiz bir itiraf okuyacaksın birazdan...


Eğer yaşınız çift haneli rakamların ilk çeyreğindeyse, herhangi bir şeyin ölebilme ihtimalini düşünemezsiniz. Bu yüzden ölümsüz gibi yaşar ve hata yapmamaya, yalan söylememeye, rol yapmamaya, elinizdekilere sahip çıkmaya çalışırsınız. Hayatın anlık olduğunu unutup korkularına yenik düşebilir bir çocuk o yaşta. Ve bu nedenle ağlamaktan çekinmez. Utanmadan, hayvan gibi içten ağlayabilir. Tüm bunları da, büyüyüp tam tersini yaptığında anlar, bir parça.


O dönemlerde canınızı yakan bir şey olursa asla unutmazsınız. Korkularımızın, sevdiklerimizin, inandıklarımızın ve doğru bildiklerimizin büyük kısmını o yaşlarda ediniriz. Dikkatli bakarsan, çoğu şeyin çocukken beynine işlediğini fark edersin insanın. Bugün bile anne karnındayken, klasik müzik dinletip sakin ruhlu olacağına veya kimin fotoğrafına bakarsan çocuğun büyüyünce ona benzeyeceğine inanılır. "Yedide neyse yetmişte de odur" demelerinin büyük yüzdeli sebebi de budur belki de.


Neyse konuya gireyim.

Aradan neredeyse on beş yıl geçmesine rağmen babamı suçladığım bir olay vardı. Düne kadar da hâlâ suçluyordum. Hani yukarıda "herhangi bir şeyin öleceğine inanmazsın" cümlesi var ya, o gerçek moruk. Ben köpeğimin öleceğine inanmıyordum. Hatta ileride benimle konuşacağını bile düşünüyordum. Öyle bir sevgi vardı ki aramızda, köpeğime sır bile veriyordum. Bir köpek, kafasını boynuna koyup, ön ayaklarını da boynuna sıkıca sarıp uyuyorsa, o küçük kafanın içindeki kocaman dünyanda yaşadığın şeyin tarifi olamaz. Bunun karşılığı da en fazla sırlarını (dünyanın içindeki) paylaşmak olur zaten.


Bizim ilk evimiz: yedi yüz elli metre karelik kocaman bahçesi olan ve üç katlı bir evdi. İnanmazsın belki ama o alana tüm yalnızlığım sığıyordu, hatta zamanla mahalleye taşıyordu. Bu zamanlarda bir köpeğimin olması demek, yalnızlığı yok etmek anlamına geliyordu benim için, anlayacağın.


Peki, sahip olduğun ve sana ait olduğuna inandığın tek şeyin baban tarafından götürülmesi ne demektir, bilir misin? (Yarrağımın başını bilirisin.)


Hayatım boyunca babamı suçladım kuzen, ben. Bunu ona söylemekten de çekinmedim. Neler söyledim, bilsen var ya. Bak emin ol, benim babama söylediğimi, şeytan, Allah'a söylemiş olsaydı Araf (11/18) suresinde; cehennemin ateşini "kün feyekün" diyerek değil, ilk önce kafasını alıp cennetin ayak basılmamış en tenha yerine kadar sürterek götürüp yakardı. Öyle şeyler dedim çocuk beynimle. Büyüyünce de değişmedi ne yazık ki.


Yazarken bile gözlerim doluyor inan bana. Çünkü bu olayı yazmayı bile beceremiyorum. Gözümde canlanıyor o anlar. Hz. Yakup gibi hissediyor insan o yaşlarda bir şeyi kaybedince ve o hisle büyüyor sonra. Şimdi dürüst ol lan, sen neyi sahiplenebilirdin ondan sonra?


Babam, dayanamadı ve yeni bir köpek aldı. Ama olmadı. Hiç sevemedim onu.


Bizim ilçeye haftada bir pazar olurdu ve normalde alamadığın şeyleri orada bulabilirdin. Benim ergen yaşlarımda en çok dinlenen sanatçılar İbrahim Tatlises, Ferdi, Müslüm, Orhan gibi arabesk tarz yapanlar ve Ahmet Kaya'ydı. Ayrıca pop dinleyene ibne gözüyle bakılırdı. Vallah bak. Neyse. Bir gün annemle gezerken pazarı, kasetçinin önünden geçtik. Annem arka tezgahta iç çamaşırı bakarken ben de kasetlere bakıyordum. Hani nasıl söyleyeyim, uzun zaman haber alamadığın birinden mektup gelir ya, ya da ilkokulda en sevdiğin arkadaşını yolda görürsün falan... anla işte lan. Abi, kasetin üstünde DUMAN yazıyordu, altında da albüm ismi "Alışman lazım" yazıyordu. Lan aradan üç yıl geçmiş, on üç bilemedin on beş yaşındayım ve köpeğim, bana "alış artık" diyordu. Köpeğimin adı Duman'dı, evet. Cebimde tam tamına beş milyon vardı. Ama kaset altı milyondu. Pazarcı amcaya "Beş milyonum var ama bu kaseti istiyorum" dedim, adam da "Bu kaseti zaten alan yok, al senin olsun" dedi. Aldım kaseti ve eve geldim. Taktım teybe, ikinci tarafın ilk parçasında çıkmıştı o şarkı ve bana "Belki alışman lazım, bu yalnızlığa..." diyordu. Dinledim. Sardırdım dinledim. Ağladım dinledim. Sürekli dinledim. Sonra taktım A tarafını, benim için en anlamlı parçayı dinledim. "Haberin yok, ölüyorum..." on beş yaşındayken birinin ölmesi, Mario oyununda bölüm sonunda tüm haklarının bitmesi gibi gelir. Ya da atari salonlarında jetonlarının bitmesidir. Yakartopta vurulmak, seksekte çizgiye basmak, körebede ebeye yakalanmak ve saklanbaçta sobelenmektir. Oyundur ölüm. 


Babama "Duman da ölmüş müdür?" Diye sorduğumda "Hayvanlar ölmez oğlum, tür değiştirir, şimdi kuş olmuştur." gibi saçma bir teselli cümlesi söyledi. İşin tuhafı, inandım lan.


Ama o yaşların sonunda nefes problemi çekip ölümle burun buruna kalınca, aslında ölümün sadece filmlerde olmadığını anlamıştım. Cüneyt Arkın'ın oynadığı Battal Gazi filmleri de yalancıydı, Kartal Tibet'in oynadığı Tarkan filmleri de. Bu gerçekle yüzleşmek zorunda kaldım.


Ahmet Kaya, öldü dediklerinde bile kaset çıkarmıştı oysa!


Fakat Duman'ın ölme fikri hiç inandırıcı gelmemişti. İnanmıyordum. Niye biliyor musun? Çünkü onu en son gördüğümde yaşıyordu.



Gelelim asıl mevzuya. Askere gitmeden iki yıl önce babaanneme kan kanseri teşhisi kondu. Doktor, amcama "Hüseyin bey, sen de doktorsun ve kandırmaya gerek yok. Anneniz maksimum altı ay yaşar." dedi. Ama tam sekiz yıl yaşadı kuzen. İnanabiliyor musun? Tam sekiz yıl, bir insanın öleceğini bile bile onun gözünün içine bakarak gülmeye çalışmak nasıl bir şey düşüne biliyor musun? Peki, o altı aydan sonra her sabah nefesini kontrol etmeye çalışmayı bilir misin? Ulan, birine hem "ölmeyeceksin" deyip, hem de öleceğini düşünüp kendini sürekli hazırlamak ne demek bilemezsin! Nasrettin Hoca misali işte...


Babaannem öldüğünde, babam yoldaydı moruk. Defin ederken oradaydı ve hiç ağlamadı. Sadece sustu. Akşamına da içti. Dedemin, "içim yanıyor, sen alkol alıyorsun" yükselmesine karşı; "Orman yangını su, organ yangınını rakı söndürür" sözünü de o gün etmişti. Çünkü inanmıyordu öldüğüne. Sonra aradan üç ay geçti ve dedem kollarında öldü. Babam, üç gün ağladı. Ben böyle bir ağlama görmedim. Ses tonu, Cem Adrian'ın Sarı gelin türküsündeki ses oktavına birebir dönüşmüştü. Ben de o anda anlamıştım, hayatın kocaman bir sıfırdan ibaret olduğunu.


Geçen gün babama, "Duman, yaşıyor mudur baba?" diye sordum gülerek. İstemsizce yaptım bunu. O da, kandıramayacağını anlayınca "Köpekler, en fazla on yıl yaşar." dedi. "Bıraksaydın da on yıl kalsaydı yanımda." diye çıkışır gibi oldum, "Oğlum, ben o köpeği götürdüğümde dokuz yaşındaydı zaten." diye kesti sözümü. Sonra devam etti. "Eğer bir şeyin öldüğünü gözlerinle görmezsen inanmazsın. O köpeği çok seviyordun. Ölürse geri gelmeyeceğini bilirdin ama eğer götürürsem bu umutla yaşayabilirdin, ki öyle de oldu. İkinci olanı seçtim. Ama bunu yaparken hayatın anlık olduğunu unuttum. Yine de keşke demiyorum. Diyemiyorum. Keşkeler geri gelmiyor maalesef. Bak bana, annem mi öldü, yoksa babam mı karar veremiyorum. Babamın mevzu açılınca 'rahmetli babam, şöyle derdi' şekilde konuşurken, annem için aynını diyemiyorum..."


Ne kadar çok şeyin varsa, o kadar çok kaybedersin moruk.


Babam, köpeğimin öleceğini biliyordu. Ancak bir şeyi unutmuştu. Ben arabayla kaza yapınca bile araba sürmemeye yemin etmiştim. Yani eğer ölseydi köpeğim, belki her şeyin bir gün yok olacağına inanardım, şimdi ise hiçbir şeye sahip olmak istemiyorum. Çünkü birileri gelip onu alacak zannediyorum. Korktuğun şeyin olma ihtimali, olmasından daha fazla üzüyor insanı. Çünkü birinde sürekli yaşıyorsun, diğerinde bir kere. Bu ölümden daha kötü. Ve maalesef, geri gelmeyeceğini bildiğim bir şeyi beklemeyi çok iyi öğrendim o yaşlarda. Öyle büyüdüm...


Babaannem kanser olduğunda Tarık Akan'ın filmini yaşıyorduk resmen. Hani şu üç kardeşin konu alındığı film. Hatırlarsın işte. O çocuğa nasıl davranıyorlarsa, biz de öyle davranıyorduk. Çocuk, "Öldüğümde bilyelerim senin olsun" demişti ya arkadaşına, benimki ölmeden olmuştu işte. Anlıyor musun?


Babam, annesi öldüğünde neden ağlamadı biliyor musun? Çünkü daha önceden, yani sekiz yıl önce kabullenmişti ölümünü. O günden beri inandırmıştı kendi. Ve ölünce de bedenini koydu toprağa, yirmi dört yaşında gömdüğü kardeşinin mezarına, Ankara'ya.


Ben de ağlamamıştım, Duman'ı götürdüğünde. Sinirlenmiştim. Belki sinirden gizli gizli, yalnız umutlu. Ölmemiştiki benim için. Birazdan koşup gelecekti... Şu an ağlamak o kadar kolay ki. İçten içe de değil, ana bacı söver gibi. Olmuyor hâlâ. Kabullenmek bu kadar kolayken hem de!


Her neyse, ben, babamı affettim kuzen. O çocuk kalan yerim de affetti. Çünkü öleceğini düşünmenden benimle büyüdüğünü zannettiğim köpeğim çoktan öldüğünü biliyorum artık. Belki gittiği ilk gün biliyordum ama artık buna gerçekten inanıyorum.


Bak elinde kalanlara. Dikkatli bak. Kaybedeceksin. Neyin varsa, ya aynı anda, ya da teker teker kaybedeceksin. Aynı gün, üst üste... ama mutlaka!


Ben mi?


Ben sadece, boşluğa bakıp umut etmeyi ve Asr suresinin ikinci ayetini haklı çıkarır gibi yaşamayı öğrenmişim bu geçen sürede. Hatırla, ne diyordu ayette:

"İnsan, ziyan içindedir."
(Asr/2)




Mesut Cihan Demirel.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder