Merhaba.
Uçak düşerken, ağır eşyaları atıp durdurmaya çalışırlar ama sadece düşüşü birkaç saniye geciktirirler ya filmlerde, kesin seyretmişsindir. Benim de şu an ona ihtiyacım var, yükümü hafifletmeliyim. Yani düşmemi durdurmasa da, biraz mola verdirsin yeter. Umarım birileri okur ve erken fark eder bazı şeyleri.
Doğru bir insan olmayabilirsin. Hatta denesen de doğru biri olamayabilirsin. Ama unutma! Bu, asla doğruları konuşmayacağın anlamına gelmez.
Dürüst olmak, iyi biri olduğun anlamına da gelmez. Tıpkı her platformda dolaşan ve adaletin eşitlikle aynı anlama gelmediğini gösteren karikatür gibi.
Yani bir insan, en yakın arkadaşına rahatlıkla ölmek istediğini söyleyebilir, ancak ailesinin yanında söyleyemez. Bu onu iyi yapar, ama dürüst yapmaz. Her neyse.
Birisi size "yaptığınız en kötü şey nedir?" diye sorsa asla doğruyu söylemezsiniz, tıraşlarsınız. Çünkü yaptığınız kötülükleri bazen hatırlarsınız fakat beyniniz koruma psikolojisini devreye sokup kaseti sarmaya başlar. Yani insan kendine bile dürüst değildir.
Kötülüğün en sağlam maskesi, başkalarına "ben suçluyum" demektir. İnsanlara suçlu olduğunuzu itiraf ederseniz sizi dürüst zannedip üzerinize gelmezler. Bir futbol müsabakasında, kaybeden tarafın teknik direktörü "bu mağlubiyet benim" deyip istifa ettiğinde, taraftarlar "delikanlı adam" der, bir gün öncesinde ana bacı sövse bile.
O nedenle, "yaptığın en kötü şey nedir?" sorusuna genelde çoğumuz "burnumdan çıkardığım sümüğü duvara sürmek" veya "tuvaletimi yapıp temizlemeden çıkmak" tarzında şeyler deriz. Biraz daha dürüst olanlarımız "evdeki vazoyu kırıp kardeşimin üzerine atmak" der, ancak bu geçmiş ve bir anlamı kalmayan olaylardır.
Çünkü hiç kimse "sırf topu var diye kankası olmaya çalıştığım ama normalde sikimde olmayan insanları kullandım" demez. Mecbur kalmadığımız sürece kullanmadığımız malzemeler gibidir bazı insanlar. O yüzden, "yoklukta gider" mantığımızı sikeyim.
İyi biri gibi görünmek için her kötü olaya tepki vermeye çalışırız. Dürüst görünmek için ise kötü olduğunu belirtsek de aslında umurumuzda olmadığını söylemeye çalışırız.
Buradan da şu sonuç çıkar; insanlar değişmez, sadece duyguları bastırılır.
Mutlu olamıyorum moruk. Hırsım, hayalim ve daha birçok duygumu yok etti bu dünya. Hissizleşmedim ama uyuştum. Hayatımdaki en güçlü insanlar ya öldü, ya da zamanla oyun hamuruna döndü.
Şu yaşıma kadar tanıdığım insanların büyük kısmının amaçları ya çok para kazanmaktı, ya da karşı cins tavlamaktı. Okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlere, ırklarına ve hatta burçlarına kadar saçma sapan özellikleriyle üstünlük sağlamak derdine düştüler.
İnsan, büyüdüğünü zamanla yaptıklarının ve söylediklerinin zıttını savunarak anlar.
Dürüst olmak, asla bir şey kazandırmaz. En fazla üç beş kişi "helal olsun be" der, onlar da zamanla siklemez bu durumu. Çünkü hiç kimse, kendinde olmayanı uzun süre savunmaz.
Doğruluk, dürüstlük ve iyilik. Bunların anasını sikeyim sayın seyirciler.
Etrafımızdaki insanların çoğunu ya sevmeyiz, ya da umursamayız. Çünkü kendimizi ve konumumuzu önünde ve arkasında olduğumuz insanlara göre ayarlamaya çalışırız. Hayatında dürüst olabileceğin belli başlı anlar vardır. O anlarda da genelde kendin için doğru olanı yapmaya çalışırsın, bu seni iyi yapar, ancak asla dürüst yapmaz. Çünkü dürüstlüğün ödülünü yanlış anlaşılmanın elinden alırsın ve otomatikman kötü görünürsün. Ve hiç kimse, ne yanlış anlaşılmak ister, ne de kötü görünmek... (do you andırstend?)
Çünkü görüntü her şeydir. Birilerine iyi görünmek ve birilerinden iyi görünmek zorunda olduğumuz bir hayat mücadelemiz var. (Ne yazık ki)
Bizim evin altında durak ve onun tam karşısında da bir çöp konteyneri var. Dün o çöp konteynerinin karşısına oturup seyrettim. O kadar dolmuştu ki, kan bağım var sandım. Sarılmak istedim. Çünkü insanların attığı pisliğe rağmen orada dimdik duruyordu. On yıla yakın buradaydım ve o konteyner hiç değişmedi. O kadar pisliğe ben maruz kalsam kesin intihar ederdim, ama o etmedi. Tuhaf.
Herkes hissizleştiğinden yakınır ya, aslında hiç kimse hissiz değildir moruk. Çünkü uyuşmayı hissizlik zannederiz. Herkesin yediği darbeler var, eyvallah ama darbe sadece sinirleri zedeler. Sürekli darbe alan yerde uyuşma olur, dövme yaptıranlar iyi bilir. O uyuşukluk hissi de, darbe kesildiği zaman biter. Yani hiç birimiz, sürekli darbe almadık kardeşim.
Ben hissediyorum hacı. Sikilmekten folloş olmuş orospu amı gibi de olsam hissediyorum. Hissetmeden yaşayamaz insan, sadece uyuşukken neyi yaşadığını anlayamaz.
Bu dünyada, hissizleştirecek kadar iyilik yapmaz kimse sana. Bunu da sikindirik tumblr sayfana eklersin bileklerini kesen kadın fotoğrafıyla.
Bak, yine beceremedim adam gibi anlatmayı. Zaten neyi doğru düzgün becerdik ki amına koyim.
....
Ve tekrar çeviri hatası yüzünden atom bombası yemiş Japonya gibi hissetmeye başlayıp uyuştuğumda devam edecek bu yazı...
Mesut Cihan Demirel.
4 Temmuz 2016 Pazartesi
19 Haziran 2016 Pazar
Neden Baba?
Merhaba.
Yine haziranın ikinci haftasıydı. Yaşım daha on dört. Cebinizde biraz para varsa ve yalnızsanız, yapacağınız en iyi şey ruh uyuşturmasıdır. Ben de öyle yapmıştım. On lira param vardı. Her yalnız çocuğun yaptığı gibi, hiç tereddüt etmedim atari salonuna giderken. Çünkü yaklaşık yirmi jeton demekti bu ve aynı zamanda, o günü kurtarmak anlamına da geliyordu bir bakıma.
Çünkü yalnızdım.
Farklı yazılsa da aynı anlama gelen kelimeler vardır. Tamamen farklı kelimelerle taban tabana zıt cümleler inşa edebilirsiniz, ancak aynı anlamlar çıkarabilirsiniz. Bunu "kadınlar 'git' diyorsa, aslında 'gitme' demek istiyordur" tarzında algılama, olur mu, lütfen.
Bir çocuk, atari salonlarına sadece yalnızlığını gizlemek için gider ve mutlu olduğunu düşünür. Aslında mutsuzdur. Televizyon, sadece yalnızlar için neşe kaynağıdır. Şu an sosyal medya da öyle. Milyonlarca takipçin olması hiçbir şeyi değişmez. Ne kadar çoksa o kadar yalnız kalırsın. Gerçi azsa da öyle.
Arkadaşlarım çok genç yaşta sigaraya başlamıştı, ben futbolla ilgilendiğim için içmiyordum. Bir de anne faktörü vardı tabii. Her neyse. Cebimdeki parayla bir paket Marlboro marka sigara alabiliyordum, üzerine de magnum dondurma yiyebiliyordum. Şu anda nasıl telefon modelleri, araba anahtarları vs. girilen ortamda hava atmaya yarıyorsa, o zamanlarda da içtiğin sigara markası bunu sağlıyordu bizim aramızda. En azından sahte de olsa arkadaşım olabilirdi. Fakat bu, asla kârlı bir iş değildi. Ergen aklı basit çalışır. Aldığın haz, çektiğin çileye değmiyorsa vazgeçersin. Bu kadardır hayat senin için. Tabii büyüyünce değişir işler. Şu anki amaçlarını düşünürsen ne demek istediğimi çok iyi anlarsın.
Cebimde on lira para vardı ve yalnızdım. Atari salonuna giderken pazardan geçmek zorunda kaldım. Kitap tezgahında "babalar gününe özel indirim!" nidası atan abi dikkatimi çekmişti. O yaşıma kadar sadece Power Rangers'ın boyama kitabını okumuştum. Lakin sadece boyamıştım. Okuma alışkanlığı için yapılan bir kitaptı, yine de kimse okumazdı. Her neyse. Tezgaha yöneldim. Kitapları inceledim. "Ne kadar?" diye sordum, "İstediğin 4 kitap beş lira ufaklık" cevabını aldım. "Ufaklık" hitabından yola çıkarak, hemen ufak çaplı bir sağlama yaptım kafamda. On liranın hepsini atari salonuna verirsem babam çok kızardı. Çünkü gereksiz ve kazançsız harcama olurdu. O nedenle, beş lirayı kitaplara, geriye kalan beş lirayı da ateri salonuna verip babama da "kitap aldım baba, tatilde okurum" diyecektim. Bu plana göre, babamın belki duygulanıp yine para verebilme ihtimali vardı. En güzel kısmı da buydu işte. Sonuçta babam, dört kitaba beş lira verdiğimi zannetmezdi. Babalar, kitaba verilen paraya acımaz. Çocuksanız, kendi planlarınıza sadık kalırsınız. Sonuna kadar gidersiniz.
Kitapçıya on lira verip beş kitap ve beş lira para üzeri aldım. Kitapçı abi bir tane de kendi hediye etmişti. Atari salonuna gittim. On jeton aldım ama hiç bana sıra gelmedi. Bir saat boyunca başkalarının oyununu seyrettim. Sinirlendim. Kitapları geri vereyim, hem zaman geçer diye düşündüm. A planı daha sonuca ulaşmadan B planı devreye girmişti. Bu durum, elektrik kesintisi olmadan devreye giren jeneratör olayına benziyordu. Ne demiştik, planlardan, ibadet eden sadık kullar yaratılabilir. "Neden?" sorusunun cevabını bildiği halde ifa ederler.
Geriye döndüğümde polis arabası vardı, tezgahın önünde durmuş kitapları topluyordu. Sadece "korsan kitap" anonsunu duydum telsizden. Korktum. Ardıma bile bakmadan eve geldim. Odama girdim. Kitap poşetini masaya koydum ve polisleri bekledim. Sanki masada eroin vardı.
Akşama kadar kimse gelmedi. Sabah oldu yine gelen yoktu. Babam her şeyi öğrenecek diye ödüm kopuyordu ama kimse gelmiyordu. Sanki cennette payıma düşen yer cehennem manzaralıydı. Her an düşebilme korkusuyla izdivaç halindeydim. Zaten bu dünyada korkunun sebebi kendi değildi. En büyük korku. Düşmek.
İkinci günün sabahında da dışarı çıkamayınca kitapları yakayım diye düşündüm. Deliller yok olursa kimse bilemezdi. Evden kibrit alıp uzaklaştım. Beş kitap ve ben. Yaktım hepsini. Gerçi panikten dolayı tüm kibritler (40) bitmişti ama olsun. Sadece birkaç sayfa kalmıştı yanmayan. O sayfaları da yırtayım, deyip katlanmayacak hale gelene kadar yırttım. Bir sayfa kaldı elimde. Meraktan okudum:
"İki farklı ipi birinine sıkıca aynı düğümle bağlayıp farklı yönlere doğru çekersen, bir zaman sonra kopar, ama açılmaz aynı yerden. Ben de öyleyim baba. Hep aynı yaştayım doğum günümde. Hem tekrar doğdum, hem tekar öldüm aynı günde. Şimdi söyle bana, kaç düğüm daha gerekli boğazıma 'baban öldü' gerçeğini yutkunmamak için? O halde bu yıl da Kıyamet kopsun, günün kutlu olsun."
Bir arkadaşım, babasını cebinde anahtar olmadığı için kaybetti. Kapıyı açabilse kurtarabilirdi. Ama olmadı. Bir filmde "kaybetmek, anlıktır" diyordu. İnsan da öyle değil mi? An'lardan ibaret. Bir anda var olur, bir anda yok olursun. Bu gerçeği hazmettiğinde anlayacaksın.
Eskiden "üç saniye içinde, telefondaki bütün numaraların çarpımını söyleyebilir misin?" sorusuna verdiğin "0" cevabının yerine "hayatım" diyebiliyorsun artık. Kocaman sıfırdan ibaret çünkü hayatın. (Anlamayanlar için)
Bu dünya, kumar masası moruk. kazandığın her şeyi kaybetmeden kalkamayacaksın o masadan.
O yüzden elindekilerin kıymetini tek bir güne sığdırmaya çalışma. Sonra sığamazsın dünyaya.
Bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
Yine haziranın ikinci haftasıydı. Yaşım daha on dört. Cebinizde biraz para varsa ve yalnızsanız, yapacağınız en iyi şey ruh uyuşturmasıdır. Ben de öyle yapmıştım. On lira param vardı. Her yalnız çocuğun yaptığı gibi, hiç tereddüt etmedim atari salonuna giderken. Çünkü yaklaşık yirmi jeton demekti bu ve aynı zamanda, o günü kurtarmak anlamına da geliyordu bir bakıma.
Çünkü yalnızdım.
Farklı yazılsa da aynı anlama gelen kelimeler vardır. Tamamen farklı kelimelerle taban tabana zıt cümleler inşa edebilirsiniz, ancak aynı anlamlar çıkarabilirsiniz. Bunu "kadınlar 'git' diyorsa, aslında 'gitme' demek istiyordur" tarzında algılama, olur mu, lütfen.
Bir çocuk, atari salonlarına sadece yalnızlığını gizlemek için gider ve mutlu olduğunu düşünür. Aslında mutsuzdur. Televizyon, sadece yalnızlar için neşe kaynağıdır. Şu an sosyal medya da öyle. Milyonlarca takipçin olması hiçbir şeyi değişmez. Ne kadar çoksa o kadar yalnız kalırsın. Gerçi azsa da öyle.
Arkadaşlarım çok genç yaşta sigaraya başlamıştı, ben futbolla ilgilendiğim için içmiyordum. Bir de anne faktörü vardı tabii. Her neyse. Cebimdeki parayla bir paket Marlboro marka sigara alabiliyordum, üzerine de magnum dondurma yiyebiliyordum. Şu anda nasıl telefon modelleri, araba anahtarları vs. girilen ortamda hava atmaya yarıyorsa, o zamanlarda da içtiğin sigara markası bunu sağlıyordu bizim aramızda. En azından sahte de olsa arkadaşım olabilirdi. Fakat bu, asla kârlı bir iş değildi. Ergen aklı basit çalışır. Aldığın haz, çektiğin çileye değmiyorsa vazgeçersin. Bu kadardır hayat senin için. Tabii büyüyünce değişir işler. Şu anki amaçlarını düşünürsen ne demek istediğimi çok iyi anlarsın.
Cebimde on lira para vardı ve yalnızdım. Atari salonuna giderken pazardan geçmek zorunda kaldım. Kitap tezgahında "babalar gününe özel indirim!" nidası atan abi dikkatimi çekmişti. O yaşıma kadar sadece Power Rangers'ın boyama kitabını okumuştum. Lakin sadece boyamıştım. Okuma alışkanlığı için yapılan bir kitaptı, yine de kimse okumazdı. Her neyse. Tezgaha yöneldim. Kitapları inceledim. "Ne kadar?" diye sordum, "İstediğin 4 kitap beş lira ufaklık" cevabını aldım. "Ufaklık" hitabından yola çıkarak, hemen ufak çaplı bir sağlama yaptım kafamda. On liranın hepsini atari salonuna verirsem babam çok kızardı. Çünkü gereksiz ve kazançsız harcama olurdu. O nedenle, beş lirayı kitaplara, geriye kalan beş lirayı da ateri salonuna verip babama da "kitap aldım baba, tatilde okurum" diyecektim. Bu plana göre, babamın belki duygulanıp yine para verebilme ihtimali vardı. En güzel kısmı da buydu işte. Sonuçta babam, dört kitaba beş lira verdiğimi zannetmezdi. Babalar, kitaba verilen paraya acımaz. Çocuksanız, kendi planlarınıza sadık kalırsınız. Sonuna kadar gidersiniz.
Kitapçıya on lira verip beş kitap ve beş lira para üzeri aldım. Kitapçı abi bir tane de kendi hediye etmişti. Atari salonuna gittim. On jeton aldım ama hiç bana sıra gelmedi. Bir saat boyunca başkalarının oyununu seyrettim. Sinirlendim. Kitapları geri vereyim, hem zaman geçer diye düşündüm. A planı daha sonuca ulaşmadan B planı devreye girmişti. Bu durum, elektrik kesintisi olmadan devreye giren jeneratör olayına benziyordu. Ne demiştik, planlardan, ibadet eden sadık kullar yaratılabilir. "Neden?" sorusunun cevabını bildiği halde ifa ederler.
Geriye döndüğümde polis arabası vardı, tezgahın önünde durmuş kitapları topluyordu. Sadece "korsan kitap" anonsunu duydum telsizden. Korktum. Ardıma bile bakmadan eve geldim. Odama girdim. Kitap poşetini masaya koydum ve polisleri bekledim. Sanki masada eroin vardı.
Akşama kadar kimse gelmedi. Sabah oldu yine gelen yoktu. Babam her şeyi öğrenecek diye ödüm kopuyordu ama kimse gelmiyordu. Sanki cennette payıma düşen yer cehennem manzaralıydı. Her an düşebilme korkusuyla izdivaç halindeydim. Zaten bu dünyada korkunun sebebi kendi değildi. En büyük korku. Düşmek.
İkinci günün sabahında da dışarı çıkamayınca kitapları yakayım diye düşündüm. Deliller yok olursa kimse bilemezdi. Evden kibrit alıp uzaklaştım. Beş kitap ve ben. Yaktım hepsini. Gerçi panikten dolayı tüm kibritler (40) bitmişti ama olsun. Sadece birkaç sayfa kalmıştı yanmayan. O sayfaları da yırtayım, deyip katlanmayacak hale gelene kadar yırttım. Bir sayfa kaldı elimde. Meraktan okudum:
"İki farklı ipi birinine sıkıca aynı düğümle bağlayıp farklı yönlere doğru çekersen, bir zaman sonra kopar, ama açılmaz aynı yerden. Ben de öyleyim baba. Hep aynı yaştayım doğum günümde. Hem tekrar doğdum, hem tekar öldüm aynı günde. Şimdi söyle bana, kaç düğüm daha gerekli boğazıma 'baban öldü' gerçeğini yutkunmamak için? O halde bu yıl da Kıyamet kopsun, günün kutlu olsun."
Bir arkadaşım, babasını cebinde anahtar olmadığı için kaybetti. Kapıyı açabilse kurtarabilirdi. Ama olmadı. Bir filmde "kaybetmek, anlıktır" diyordu. İnsan da öyle değil mi? An'lardan ibaret. Bir anda var olur, bir anda yok olursun. Bu gerçeği hazmettiğinde anlayacaksın.
Eskiden "üç saniye içinde, telefondaki bütün numaraların çarpımını söyleyebilir misin?" sorusuna verdiğin "0" cevabının yerine "hayatım" diyebiliyorsun artık. Kocaman sıfırdan ibaret çünkü hayatın. (Anlamayanlar için)
Bu dünya, kumar masası moruk. kazandığın her şeyi kaybetmeden kalkamayacaksın o masadan.
O yüzden elindekilerin kıymetini tek bir güne sığdırmaya çalışma. Sonra sığamazsın dünyaya.
Bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
29 Mayıs 2016 Pazar
Telefon Rehberi
Merhaba kuzen.
Herkesin elinde o çağa uygun cep telefonu var değil mi? Yani şu an kimse 3310 kullanmıyordur herhalde. En azından bunu okuyanların hiçbirinde o telefon yoktur diye düşünüyorum. Her neyse. Bu cep telefonları ilk çıktığı zamanlarda babam, 3510 almıştı kendine. Polifonik müziğe ilk geçiş zamanları desek daha iyi olur. Öyle bir şeydi ki bu telefon, renksiz ekran ama gerçeğe yakın ses çalıyordu. Ancak elle müzik yapamadığım için hiç haz etmemiştim.
Bende o zamanlar 3310 vardı aslanlar gibi. Elle melodi kodu yapabiliyordum ve bunu yapabilmek beni süper kahraman hissiyatıyla bütünleştiriyordu. Ehehe. İlk yaptığım müzik de Tarkan'ın Dudu şarksıydı. O dıt dıt sesiyle Kuzu Kuzu'yu dinlemek inanılmaz mutlu ediyordu beni. Çok saçma geldi değil mi?
Nostaljin bittiyse konuya giriyorum...
Çağ ne olursa olsun, o amına koyduğumun telefonunda numaraları kaydettiğin "Rehber" yeri var ya, orası hiç değişmiyor moruk. Yeni yeni sikimsonik ek zımbırtılar da konulsa da hâlâ aynı yani.
(bkz. Arayan kişinin fotoğrafı. Çok gerekli ya amına koyim.)
Belki aynı şeyleri yaşamışızdır bilmiyorum ama kendim için konuşuyorum, o telefon rehberinde öyle çok şey kaydetmişim ki, düşündükçe moralim bozuluyor.
İlk başlarda herkes herkesi kaydediyordu. Yanından geçse sadece selam verecek kadar muhabbeti olanlardan, aynı ortamda bir defa bulunacak samimiyete kadar hemen hemen herkes kaydediyordu numaralarını.
Sonraları bu durum "hafıza doldu" uyarısı vermeye başlayınca, insanlar, artık sadece işine yarayanları kaydetmeye başladı ve vermediler numaralarını öyle hemen. Hâlâ da vardır öyleleri. Gerçi şu anda numarayı kim siker, anasının amı gibi uygulama yüklendi.
Ama bu telefon rehberi çok farklıdır. Atasıdır tüm sohbet uygulamalarının. Ecdada saygı eheh.
Ciddi olalım.
Bir zaman sonra telefon rehberin öyle bir hâl alıyor ki kuzen, içinde öyle numaralar, öyle insanlar oluyor ki sorma gitsin. (Sor yine de.)
Arada bir telefon rehberine girip parmağını üzerinde gezdirirken arayamasan da kayıtlı olan numaraları görünce hafif göt olmuyo değilsin. Çünkü rehberinin büyük bir kısmını arasan da açılmayacak, arasa da açamayacağın, ulaşamasan da silemeyeceğin, ararsa ayıp olmasın diye düşünüp zoraki duran numaralar oluşturacak. Bu çok kötü lan. Daha kötüsü var, "hafıza dolu" uyarsı verse de, ezberinde olan numaraları sileceksin, yine de bunlara dokunamayacaksın. Hattın değişse bile ilk onları kaydedeceksin.
Ama kayıt yeri telefon olmayacak asla. SIM kart olacak. Çünkü telefonun bozulma ihtimali var. Hani o "yha telefon değiştim, tüm numaralar gitti" diyen orospu çocukları var ya, o ihtimali bile düşünürsün, iyi tanırsın hatta onları. (ayna kadar yakındır)
En sonunda da telefon rehberin, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği mahalleden, kimsenin birbirini tanımadığı (tanımazdan geldiği) ama herkesin birbirine yalandan selam vermesi gerektiği yapmacık apartman sakinlerine dönüyor anasını satayım.
Mesut Cihan Demirel.
Herkesin elinde o çağa uygun cep telefonu var değil mi? Yani şu an kimse 3310 kullanmıyordur herhalde. En azından bunu okuyanların hiçbirinde o telefon yoktur diye düşünüyorum. Her neyse. Bu cep telefonları ilk çıktığı zamanlarda babam, 3510 almıştı kendine. Polifonik müziğe ilk geçiş zamanları desek daha iyi olur. Öyle bir şeydi ki bu telefon, renksiz ekran ama gerçeğe yakın ses çalıyordu. Ancak elle müzik yapamadığım için hiç haz etmemiştim.
Bende o zamanlar 3310 vardı aslanlar gibi. Elle melodi kodu yapabiliyordum ve bunu yapabilmek beni süper kahraman hissiyatıyla bütünleştiriyordu. Ehehe. İlk yaptığım müzik de Tarkan'ın Dudu şarksıydı. O dıt dıt sesiyle Kuzu Kuzu'yu dinlemek inanılmaz mutlu ediyordu beni. Çok saçma geldi değil mi?
Nostaljin bittiyse konuya giriyorum...
Çağ ne olursa olsun, o amına koyduğumun telefonunda numaraları kaydettiğin "Rehber" yeri var ya, orası hiç değişmiyor moruk. Yeni yeni sikimsonik ek zımbırtılar da konulsa da hâlâ aynı yani.
(bkz. Arayan kişinin fotoğrafı. Çok gerekli ya amına koyim.)
Belki aynı şeyleri yaşamışızdır bilmiyorum ama kendim için konuşuyorum, o telefon rehberinde öyle çok şey kaydetmişim ki, düşündükçe moralim bozuluyor.
İlk başlarda herkes herkesi kaydediyordu. Yanından geçse sadece selam verecek kadar muhabbeti olanlardan, aynı ortamda bir defa bulunacak samimiyete kadar hemen hemen herkes kaydediyordu numaralarını.
Sonraları bu durum "hafıza doldu" uyarısı vermeye başlayınca, insanlar, artık sadece işine yarayanları kaydetmeye başladı ve vermediler numaralarını öyle hemen. Hâlâ da vardır öyleleri. Gerçi şu anda numarayı kim siker, anasının amı gibi uygulama yüklendi.
Ama bu telefon rehberi çok farklıdır. Atasıdır tüm sohbet uygulamalarının. Ecdada saygı eheh.
Ciddi olalım.
Bir zaman sonra telefon rehberin öyle bir hâl alıyor ki kuzen, içinde öyle numaralar, öyle insanlar oluyor ki sorma gitsin. (Sor yine de.)
Arada bir telefon rehberine girip parmağını üzerinde gezdirirken arayamasan da kayıtlı olan numaraları görünce hafif göt olmuyo değilsin. Çünkü rehberinin büyük bir kısmını arasan da açılmayacak, arasa da açamayacağın, ulaşamasan da silemeyeceğin, ararsa ayıp olmasın diye düşünüp zoraki duran numaralar oluşturacak. Bu çok kötü lan. Daha kötüsü var, "hafıza dolu" uyarsı verse de, ezberinde olan numaraları sileceksin, yine de bunlara dokunamayacaksın. Hattın değişse bile ilk onları kaydedeceksin.
Ama kayıt yeri telefon olmayacak asla. SIM kart olacak. Çünkü telefonun bozulma ihtimali var. Hani o "yha telefon değiştim, tüm numaralar gitti" diyen orospu çocukları var ya, o ihtimali bile düşünürsün, iyi tanırsın hatta onları. (ayna kadar yakındır)
En sonunda da telefon rehberin, herkesin birbirini tanıyıp sevdiği mahalleden, kimsenin birbirini tanımadığı (tanımazdan geldiği) ama herkesin birbirine yalandan selam vermesi gerektiği yapmacık apartman sakinlerine dönüyor anasını satayım.
Mesut Cihan Demirel.
23 Mayıs 2016 Pazartesi
Yarıda kesilen yazı
Şu an ölse, gidip cehennemin kapısının dibine oturup açılmasını bekleyecek derece umutsuz birinin yazdıklarını okuyosun. Varsa iki dal sigaran otur da bitirene kadar içimi dökeyim sana.
Merhaba.
Her şeyden önce bilmeni isterim ki, benim ağzım biraz bozuk, ona göre okumaya devam et. "Etme" dediğini duyar gibiyim, babaannem de aynını diyordu dedeme. Hatta bir arkadaşım, "İnsanlara küfretmek yerine neden Allah'a havale etmiyorsun?" diye sormuştu. "Çünkü" demiştim, "Allah'ı olana küfür etmiyorum."
Ama inan, şu anasını siktiğimin dünyasında konuşacak bir tane insan evladı bulsaydım, ne ilaçlara sığınırdım, ne de duvarların ardına saklanırdım.
Neyse konuya girelim. Tecrübe; "şimdi yaptıkların, ileride saçma gelir, hatta gülersin" der. Ama komik olan şudur; daha saçmalarını, büyüdükçe bile bile yaparsın. İnsansın, anla.
Yaşadıkça büyür, kazık yedikçe olgunlaşır ve hata yaptıkça tecrübe kazanırsın. Mecbursun moruk. Çünkü insan, doğuştan defoludur. Fark et...
Büyümek, olgunlaşmak ve tecrübe arasında sadece güven farkı vardır.
Yani anlayacağın, büyüdükçe her şeyin anlamının
değişmesine "olgunlaşmak", olgunlaşmanın ifade biçimine de "tecrübe" denir.
Büyüdükçe, olgunlaştıkça ve tecrübe kazandıkça güveninden harcayacayacaksın. Çünkü hayatın ödeme biçimi, güvendir.
Buraya kadar anladık mı?
Anlamadık. Böyle sorunca aklıma ilkokuldaki matematik öğretmenim geldi. "Anlamayan var mı?" diye sorardı, hiç parmak kalkmayınca bu kez de "anlayan var mı?" şeklinde sorardı. Tabii yine sadece sınıftaki çalışkan olarak görülen fakat orijininde geri zekalı olanlar parmak kaldırırdı. Neyse. Herkesin en az bir kere kazık attığı olmuştur hayatında. İnkâr etme, ananı sikerim senin. Buna rağmen dürüstlük palavraları atar.
Peki, nedir dürüstlük?
Dürüstlük, yaptığın iyilikleri dillendirmek değildir. Kötü olduğunu bilip kabullenmek de değildir. Laf olsun diye insan içinde "hata bende" demek ama aslında prim kasmak hiç değildir. Asıl dürüstlük, yaptığın kötülüğün bile ardında olmaktır moruk. Yani dürüstlük kadar orospu çocuğu bir kelime yoktur. Çünkü ne kadar dürüst olursan, o kadar çok nefret edenin olur.
Neyse, sikerim, devam edemedim. O kadar hevesle başladım ki yazmaya, Nursen, yazdığı son şiiri atınca yazasım kaçtı. "Öyle bir şiir yazmış ki kuzen yeni kitaba, gözünüzün önünde ananıza tecavüz etseler böyle acıtmaz amına koyim." dedim.
Mesut Cihan Demirel.
Merhaba.
Her şeyden önce bilmeni isterim ki, benim ağzım biraz bozuk, ona göre okumaya devam et. "Etme" dediğini duyar gibiyim, babaannem de aynını diyordu dedeme. Hatta bir arkadaşım, "İnsanlara küfretmek yerine neden Allah'a havale etmiyorsun?" diye sormuştu. "Çünkü" demiştim, "Allah'ı olana küfür etmiyorum."
Ama inan, şu anasını siktiğimin dünyasında konuşacak bir tane insan evladı bulsaydım, ne ilaçlara sığınırdım, ne de duvarların ardına saklanırdım.
Neyse konuya girelim. Tecrübe; "şimdi yaptıkların, ileride saçma gelir, hatta gülersin" der. Ama komik olan şudur; daha saçmalarını, büyüdükçe bile bile yaparsın. İnsansın, anla.
Yaşadıkça büyür, kazık yedikçe olgunlaşır ve hata yaptıkça tecrübe kazanırsın. Mecbursun moruk. Çünkü insan, doğuştan defoludur. Fark et...
Büyümek, olgunlaşmak ve tecrübe arasında sadece güven farkı vardır.
Yani anlayacağın, büyüdükçe her şeyin anlamının
değişmesine "olgunlaşmak", olgunlaşmanın ifade biçimine de "tecrübe" denir.
Büyüdükçe, olgunlaştıkça ve tecrübe kazandıkça güveninden harcayacayacaksın. Çünkü hayatın ödeme biçimi, güvendir.
Buraya kadar anladık mı?
Anlamadık. Böyle sorunca aklıma ilkokuldaki matematik öğretmenim geldi. "Anlamayan var mı?" diye sorardı, hiç parmak kalkmayınca bu kez de "anlayan var mı?" şeklinde sorardı. Tabii yine sadece sınıftaki çalışkan olarak görülen fakat orijininde geri zekalı olanlar parmak kaldırırdı. Neyse. Herkesin en az bir kere kazık attığı olmuştur hayatında. İnkâr etme, ananı sikerim senin. Buna rağmen dürüstlük palavraları atar.
Peki, nedir dürüstlük?
Dürüstlük, yaptığın iyilikleri dillendirmek değildir. Kötü olduğunu bilip kabullenmek de değildir. Laf olsun diye insan içinde "hata bende" demek ama aslında prim kasmak hiç değildir. Asıl dürüstlük, yaptığın kötülüğün bile ardında olmaktır moruk. Yani dürüstlük kadar orospu çocuğu bir kelime yoktur. Çünkü ne kadar dürüst olursan, o kadar çok nefret edenin olur.
Neyse, sikerim, devam edemedim. O kadar hevesle başladım ki yazmaya, Nursen, yazdığı son şiiri atınca yazasım kaçtı. "Öyle bir şiir yazmış ki kuzen yeni kitaba, gözünüzün önünde ananıza tecavüz etseler böyle acıtmaz amına koyim." dedim.
Mesut Cihan Demirel.
19 Mayıs 2016 Perşembe
Atın intikamı
Merhaba.
Yine eski ve kısa bir anıyla karışık kusacam moruk. Elimi tut.
Dedem, çiftçi olduğu için büyük baş hayvanı çoktu. Gerçi T.C.D.D.'nda emekli olduktan sonra başlamıştı çiftçiliğe. Neyse. Daha yaşım dokuz. Gözlerimin önünde atımızı vurmuştu dedem. Çok ağlamıştım. Çünkü ilk defa ölümle tanışmıştım.
Dedem, çok soğuk kanlı adamdı. Kolu kopsa gülümserdi. Atı vurduktan sonra etkilendiğimi görünce de "bir gün herkes terk edecek seni, bunun en dürüst şekli ölüm olacak" demişti. Kızmıştım. Çok kızmıştım. Çünkü gözümün önünde atımızı vurmuştu. Yaklaşık dokuz yaşından on yedi yaşına kadar dedemin cani olduğunu düşünüyordum.
İçimde sıkışıp kalan o anı tam on yedi yaşında sordum dedeme. Yine böyle mayıs ayındaydık ve tam on dokuzuydu. "Neden öldürdün dede?" diye sorduğumda da hiç tereddüt etmedi "acı çekiyordu evladım" derken. Bu cevaptan sonra artık emindim cani olduğuna. "Ulan acı çekiyor diye öldürür mü?" şeklinde iç çekmiştim.
O günden sonra hep dedemin acı çekeceği anı kolladım moruk. Ama bu dedem, hiç acı çektiğini belli etmedi kuzen. Kısmi felç oldu, kanser oldu, organlarını söktüler, yirmi dört yaşındaki evladını ve seksen yaşındaki karısını aynı mezara koydular yine de acısını belli etmedi. Hayatımdaki en güçlü karakterdi. Bu nefret bir anda hayranlığa dönüşmüştü amına koyim. Peki, onu güçlü yapan neydi biliyo musun? Evet, kötü şeylerin olabileceğine inanmamasıydı onu güçlü yapan. Bunu da babaannemi mezara koyduktan sonra bana boş boş bakıp "neneni çıkarsana oğlum oradan, çay falan yapsın, misafir var baksana" diye çıkıştığında anladım. O an neyi düşündüm biliyo musun? Onun ata yaptığının aynısını ona yapmayı.
Olmadı.
Babaannemden ortalama 6 ay sonra dedem de öldü. Ama kızgınlığım ölmemişti. Sonra n'oldu biliyo musun moruk? Gözümün önünde öyle şeyler öldürüldü ki, yıllarca dedeme haksızlık ettim diye dönüp bu sefer de kendime kızdım...
Bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
Yine eski ve kısa bir anıyla karışık kusacam moruk. Elimi tut.
Dedem, çiftçi olduğu için büyük baş hayvanı çoktu. Gerçi T.C.D.D.'nda emekli olduktan sonra başlamıştı çiftçiliğe. Neyse. Daha yaşım dokuz. Gözlerimin önünde atımızı vurmuştu dedem. Çok ağlamıştım. Çünkü ilk defa ölümle tanışmıştım.
Dedem, çok soğuk kanlı adamdı. Kolu kopsa gülümserdi. Atı vurduktan sonra etkilendiğimi görünce de "bir gün herkes terk edecek seni, bunun en dürüst şekli ölüm olacak" demişti. Kızmıştım. Çok kızmıştım. Çünkü gözümün önünde atımızı vurmuştu. Yaklaşık dokuz yaşından on yedi yaşına kadar dedemin cani olduğunu düşünüyordum.
İçimde sıkışıp kalan o anı tam on yedi yaşında sordum dedeme. Yine böyle mayıs ayındaydık ve tam on dokuzuydu. "Neden öldürdün dede?" diye sorduğumda da hiç tereddüt etmedi "acı çekiyordu evladım" derken. Bu cevaptan sonra artık emindim cani olduğuna. "Ulan acı çekiyor diye öldürür mü?" şeklinde iç çekmiştim.
O günden sonra hep dedemin acı çekeceği anı kolladım moruk. Ama bu dedem, hiç acı çektiğini belli etmedi kuzen. Kısmi felç oldu, kanser oldu, organlarını söktüler, yirmi dört yaşındaki evladını ve seksen yaşındaki karısını aynı mezara koydular yine de acısını belli etmedi. Hayatımdaki en güçlü karakterdi. Bu nefret bir anda hayranlığa dönüşmüştü amına koyim. Peki, onu güçlü yapan neydi biliyo musun? Evet, kötü şeylerin olabileceğine inanmamasıydı onu güçlü yapan. Bunu da babaannemi mezara koyduktan sonra bana boş boş bakıp "neneni çıkarsana oğlum oradan, çay falan yapsın, misafir var baksana" diye çıkıştığında anladım. O an neyi düşündüm biliyo musun? Onun ata yaptığının aynısını ona yapmayı.
Olmadı.
Babaannemden ortalama 6 ay sonra dedem de öldü. Ama kızgınlığım ölmemişti. Sonra n'oldu biliyo musun moruk? Gözümün önünde öyle şeyler öldürüldü ki, yıllarca dedeme haksızlık ettim diye dönüp bu sefer de kendime kızdım...
Bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
20 Nisan 2016 Çarşamba
Çılgın Bediş ve Nuriye (Vol: 1)
Merhaba gadasını aldığım. Birazdan aşağıda okuyacağın olay ve olay kahramanları keşeke tamamen hayal ürünü olsaydı lan...
İlkokula giderken Nuriye diye bir kıza aşıktım. Ama sadece uzaktan seyrederdim moruk. Kızla bırak konuşmayı göz kontağı bile kuramazdım. Bakınca kızarır hemen tuvalete koşar ve yüzümü yıkardım. Çünkü çift haneli yaşların başındayken saçma sapan şeyleri birbirine benzetip çıkış yoluna aynı şekilde gitmeye çalışabilirsiniz. Ha işte o anlarda da yüzümü yıkamamın sebebi, annemin ateşi söndürmek için su kullanmasıydı. Yanan veya kızaran bölgeye soğuk su tamponlamak gerekiyor gibiydi benim için. Hani her pisliği temizlemede sarı bez kullanmak gibi düşün. Ama yüzümdeki kızarıklık gitmiyordu. Ne kadar sövmüştüm aynaya bakıp. Başaramayacağımı anlayınca da kafamı deve kuşu gibi eğip öyle girerdim sınıfa. Kafam önde yürümeye o zamanlarda alıştım lan galiba.
Neyse moruk, ben bir gün bu kızla konuşmaya karar verdim. Tabii önce evde deneme de yapıyorum kendimce. Aynaya bakıp sanki karşımda Nuriye varmışcasına hayal edip kendi kendime konuşuyorum. Fakat hayal ürünü olmasına rağmen kendimden bile utanıyorum amına koyim. Bir iki denemeden sonra kendime o büyülü sözü söyledim ve öptüm kendimi aynada. Ulan aynada yanağımı denk getirmeye çalışırken biri görse engelli zannederdi yemin ederim. Ehehe.
N'oldu peki?
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kızı görünce elim ayağıma dolaştı. Taktik değiştirip tam bir ay ters yönde yanından geçmeye çalıştım. Olmadı. Sanki sırat kötüsünden geçiyorum da kız dönüp "naber?" dese aklım çıkacak, ayağım kayıp cehenneme düşecektim.
Neyse uzatmıyım.
Bir arkadaşım, Nuriye'den hoşlandığını anlattı bana. Pür dikkat dinledim aşık olduğum kızdan hoşlanan arkadaşımı. Böyle Hemşo filminde kan davalısına kan veren Okan Bayülgen edasıyla dinledim moruk bildiğin. Allah'tan o da korkak çıktı da konuşamadı. Tabii çok fazla dayanamayıp "eve gideyim, babam kızmasın" gibi saçma bir bahaneyle uzaklaştım yanından. Eve gidene kadar da dudaklarımı yedim, yumruklarımı sıktım, arada koştum falan. Sonra da düşündüm. Yarın ilk iş gidip "Nuriye'den ben de hoşlanıyorum diyecem" dedim kendime. Hemen ardından da "ulan adam demeyecek mi, önce ben hoşlandım, sen arkadaşının hoşlandığı kıza nasıl aşık oluyon göt?" denklemini düşündüm. Denklem, diyorum çünkü sokakta bazı kurallar vardır ve bu kurallar Anayasa gibidir. İlk üç maddesi değişmez. Bunlardan biri de "bir kıza ilk kim aşık olursa, onundur. Bitti." Ya da "arkadaşının manitasıyla çıkamazsın." Biliyorum saçma ama doğru bir cümlesi yok bunun.
Eve geldim. O zamanlar Show Tv'de Çılgın Bediş dizisi vardı. Dizide Savaş Bediş'e, Bediş de Oktay'a aşıktı. Ulan eve geldiğimde kendimi Savaş gibi hissediyordum. Ama ben, daha sikindirik bir haldeydim, çünkü artık Nuriye ile konuşma fırsatım yoktu. Zaten kendimi zar zor ikna etmiştim, ama geri dönüş ilerlemekten daha çok koyuyordu, ilerlemek imkansız, hatta kanamalı olsa bile. Neyse konuyu dağıtmıyım, bu Savaş piçi öyle ulvi bir şey yaptı ki, resmen içime su serpti. O yüzümün kızarıklığını alamayan somut suyun üvey kardeşi (soyut olanı yani), şimdi beni yangından kurtarmıştı.
Bu Savaş, kendini sevmeyen kız (Bediş) için gitti kızın sevdiği adamla (Oktay) arasını yaptı amına koyim. Bu olayı da sadece Bediş'in "alocummükücüm" dediği kankası biliyordu. Bu Mükü, "neden yaptın bunu?" diye sordu Savaş reyize. Savaş reyiz de dedi ki, "Sevmek, sevdiğini mutlu görmektir, o mutluluğun içinde kendi olmasa bile!"
Ben de duyunca bunu, hücum emri almış yeni çeri gibi atağa geçtim. Ertesi gün, o hoşlanan çocuğa gittim dedim ki "senin için Nuriye ile konuşabilirim" bebe hiç "yok, olmaz" demedi amına koyim. Ders çıkışında gidip Nuriye'ye söyledim hoşlandığını. Kız, önce hafiften gülümsedi, sonra da "bi' düşüneyim" dedi...
Şimdilik bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
İlkokula giderken Nuriye diye bir kıza aşıktım. Ama sadece uzaktan seyrederdim moruk. Kızla bırak konuşmayı göz kontağı bile kuramazdım. Bakınca kızarır hemen tuvalete koşar ve yüzümü yıkardım. Çünkü çift haneli yaşların başındayken saçma sapan şeyleri birbirine benzetip çıkış yoluna aynı şekilde gitmeye çalışabilirsiniz. Ha işte o anlarda da yüzümü yıkamamın sebebi, annemin ateşi söndürmek için su kullanmasıydı. Yanan veya kızaran bölgeye soğuk su tamponlamak gerekiyor gibiydi benim için. Hani her pisliği temizlemede sarı bez kullanmak gibi düşün. Ama yüzümdeki kızarıklık gitmiyordu. Ne kadar sövmüştüm aynaya bakıp. Başaramayacağımı anlayınca da kafamı deve kuşu gibi eğip öyle girerdim sınıfa. Kafam önde yürümeye o zamanlarda alıştım lan galiba.
Neyse moruk, ben bir gün bu kızla konuşmaya karar verdim. Tabii önce evde deneme de yapıyorum kendimce. Aynaya bakıp sanki karşımda Nuriye varmışcasına hayal edip kendi kendime konuşuyorum. Fakat hayal ürünü olmasına rağmen kendimden bile utanıyorum amına koyim. Bir iki denemeden sonra kendime o büyülü sözü söyledim ve öptüm kendimi aynada. Ulan aynada yanağımı denk getirmeye çalışırken biri görse engelli zannederdi yemin ederim. Ehehe.
N'oldu peki?
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Kızı görünce elim ayağıma dolaştı. Taktik değiştirip tam bir ay ters yönde yanından geçmeye çalıştım. Olmadı. Sanki sırat kötüsünden geçiyorum da kız dönüp "naber?" dese aklım çıkacak, ayağım kayıp cehenneme düşecektim.
Neyse uzatmıyım.
Bir arkadaşım, Nuriye'den hoşlandığını anlattı bana. Pür dikkat dinledim aşık olduğum kızdan hoşlanan arkadaşımı. Böyle Hemşo filminde kan davalısına kan veren Okan Bayülgen edasıyla dinledim moruk bildiğin. Allah'tan o da korkak çıktı da konuşamadı. Tabii çok fazla dayanamayıp "eve gideyim, babam kızmasın" gibi saçma bir bahaneyle uzaklaştım yanından. Eve gidene kadar da dudaklarımı yedim, yumruklarımı sıktım, arada koştum falan. Sonra da düşündüm. Yarın ilk iş gidip "Nuriye'den ben de hoşlanıyorum diyecem" dedim kendime. Hemen ardından da "ulan adam demeyecek mi, önce ben hoşlandım, sen arkadaşının hoşlandığı kıza nasıl aşık oluyon göt?" denklemini düşündüm. Denklem, diyorum çünkü sokakta bazı kurallar vardır ve bu kurallar Anayasa gibidir. İlk üç maddesi değişmez. Bunlardan biri de "bir kıza ilk kim aşık olursa, onundur. Bitti." Ya da "arkadaşının manitasıyla çıkamazsın." Biliyorum saçma ama doğru bir cümlesi yok bunun.
Eve geldim. O zamanlar Show Tv'de Çılgın Bediş dizisi vardı. Dizide Savaş Bediş'e, Bediş de Oktay'a aşıktı. Ulan eve geldiğimde kendimi Savaş gibi hissediyordum. Ama ben, daha sikindirik bir haldeydim, çünkü artık Nuriye ile konuşma fırsatım yoktu. Zaten kendimi zar zor ikna etmiştim, ama geri dönüş ilerlemekten daha çok koyuyordu, ilerlemek imkansız, hatta kanamalı olsa bile. Neyse konuyu dağıtmıyım, bu Savaş piçi öyle ulvi bir şey yaptı ki, resmen içime su serpti. O yüzümün kızarıklığını alamayan somut suyun üvey kardeşi (soyut olanı yani), şimdi beni yangından kurtarmıştı.
Bu Savaş, kendini sevmeyen kız (Bediş) için gitti kızın sevdiği adamla (Oktay) arasını yaptı amına koyim. Bu olayı da sadece Bediş'in "alocummükücüm" dediği kankası biliyordu. Bu Mükü, "neden yaptın bunu?" diye sordu Savaş reyize. Savaş reyiz de dedi ki, "Sevmek, sevdiğini mutlu görmektir, o mutluluğun içinde kendi olmasa bile!"
Ben de duyunca bunu, hücum emri almış yeni çeri gibi atağa geçtim. Ertesi gün, o hoşlanan çocuğa gittim dedim ki "senin için Nuriye ile konuşabilirim" bebe hiç "yok, olmaz" demedi amına koyim. Ders çıkışında gidip Nuriye'ye söyledim hoşlandığını. Kız, önce hafiften gülümsedi, sonra da "bi' düşüneyim" dedi...
Şimdilik bu kadar.
Mesut Cihan Demirel.
20 Mart 2016 Pazar
Müslüm
Merhaba, henüz ölmeyenler.
Müslüm, her sabah saat altı otuzda kalkmak için saatini ayarlıyordu. Ancak yediden önce yatağından çıkamıyordu. Çıkınca da ilk önce tuvalete gidiyor sonra da banyoya gidip traş oluyordu. Alışkanlık gereği dişlerini fırçalasa da kahvaltı yapmaya bile vakit bulamadan çıkıyordu evinden. Çünkü 7:30'da servise binmesi gerekiyordu.
Akşam beşte mesaisini bitiren Müslüm, çarşıdan eve gelene kadar yüzlerce insan görse de hiçbirine bakmıyordu. Hatta bir dilencinin yanından geçerken "Allah rızası için..." cümlesini duyar duymaz, yanında arkadaşı da varsa "bu piçler, bir silkelensin var ya, senden benden zengin çıkar amına koyim" geyiğini yapardı hemen.
Yeri gelmişken, dinine de çok bağlı olan Müslüm, sırf müslümanlık propagandası yapan bir partiye oy verdiği için içi çok rahattı. Çünkü Allah korkusu olan bir kimse, insanları kandıramazdı ona göre. Dilenciler hariç. (Afrika, dahil mi?)
Not: takım elbise giyerseniz, karşınızdakini daha çabuk kandırabilirsiniz.
Günde sekiz saat çalışan Müslüm, eve geldiğinde çok yorgun olurdu. Yemeğini yer, inandığı kanalların haberlerini seyreder, karşıt görüşlü gruplara küfreder, sosyal hesaplarından duyarlı görünmek için uğraşır ve yatağına huzurla geçip uyurdu.
Günleri rutin ve monoton geçen Müslüm, on katlı apartmanın beşinci katındaki dairede kalıyordu. Bir haftasonu, kuryenin kapısını çalmasıyla sinir bir şekilde uyandı. İzin günlerinde erken kalkmak zulümdür çünkü. Kurye, "Belgin Durmaz, bu blokta mı kalıyor?" diye sordu. Müslüm, "bilmiyorum!" cevabını verdi sertçe. Kurye, olumsuz yanıtı alınca özür dileyip gitti.
Müslüm, bir gün işten eve geldiğinde apartman önüdeki kalabalığı gördü. Ne olduğunu sorduğunda, yan dairede kalan Belgin Durmaz'ın bir manyak tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünü öğrendi.
Üzülmüş gibi yaparak kalabalıktan sıyrılıp evine girdi. Sosyal medya hesabından kadın cinayetine tepki göstermesi gerektiğini düşünüp "kadına şiddet uygulayanın anasını sikeyim!" tarzıda bir paylaşım yaptı.
Artık tüm tepkisini sosyal medyadan veren Müslüm, vicdanını böyle serinletiyordu ve çok rahat hissediyordu. Çünkü hiçbir şey yapmadan çok şey yapmış gibi görünüyordu. (Gizli forvet misin, Alex'in koşanı mısın; amın feryadı?)
....
Hikayeyi uzatacaktım da vazgeçtim moruk. Fakat anlatmak istediğim şeyin tek bir mesajı var. Sahte duyarlı olmak.
Birbirimizi hiç kandırmayalım kardeşim. Hepimizin ispatlamaya çalıştığı güzel, gizlemeye uğraştığı çirkin yüzü var çünkü. Şu güya hesaplı tarifeleri ballandıra ballandıra anlattıkları sim kart reklamlarını hatırlıyorsun değil mi? Ha işte o ıspatlamaya çalıştığın iyi yüzünü temsil ediyor. Gizlemeye uğraştığın kötü yüzünü de, aynı reklamdaki alttan hızlıca geçen küçücük yazılar temsil ediyor. Herkes onu görüyor ancak ispatlama derdine bakıyorlar. Gerçi sonradan anlıyorsun, faturana sapladıkları o küçük yazıların ne kadar önemli olduğunu.
Dışarı çıkarken telefonunun kulaklığını takıp müzik dinliyor musun?
"Evet, mi?"
Her neyse. Bu sosyal medyanın sana neyi dayattığını biliyor musun? Bir gün önce ölse umurunda olmayacak insanlar için gereğinden fazla duyarlı olmaya çalışmayı.
Peki, bu duyarlı olma çabası neye yol açar?
İspat etmek için yırtılırken gerçeği gözardı edersin. Yani olduğun gibi görünmek için değil de olmadığın gibi görünmek için uğraşırsın, rol yaparsın. Hatta öyle ki, yapay dünyada gerçek acı çekersin.
O nedenle, toplum baskısını sosyal medyada daha fazla hissedersin. Çünkü normalde arkadaş arasında çok küfür eden ortalama bir dalyarak, sosyal platformlarda küfrün ne olduğunu unutma derecesine gelebilir. Bu görünmez baskı, her dişiye sik kaldıran herifleri dindar yapar, feminist yapar, yeri gelir namus bekçisi bile yapar. Bir gün öncesinde anılarını anlatırken askerliğe söveni, bir anda gereğinden fazla vatansever yapar. Cebinde bıçak olmadan gezmeyeni delikanlı yapar. Hatta gazetenin sadece spor ve magazin bölümünü okuyanını kitap kurdu yapar. Listem uzar böyle...
Yapar yapmasına da, bunlardan haberi olmayan sen, bunları bildiğin anda aynı şeyleri yapma gereği duyarsın. Ama boş kuzen, vallah billah boş. İki geri zekalı övsün diye kendinden verme. Anasını sikeyim "ne geldiyse iyi niyetimden geldi" deyip, bunu bize inandırmaya çalışan sosyal medya kullanıcısının!
Düşünse oğlum, nene hatunu bir dakika. Kadın; senin "gerekirse ölürüm" deyip, kısa dönem askerlik için açıköğretimden sikindirik bir bölüm okumayı düşündüğün lakin en fazla tecilini bozdurabilmeni sağlayan bu vatanseverliğini ispat derdinin yanında, sadece bayrak için neler yapmış. Peki, bunu kendi mi dillendirdi? "Bakın bakın, vatan için oğlumu öldürüyorum" yaygarası mı yaptı? Geceleri tanımadığın kızlara "selam" yaz diye mi öldü ceddin, orospu çocuğu? Ananı sikerim, kendine gel!
Hâlâ anlamadıysan, topluma yaranmak uğruna gerçek düşüncelerini gizleme, diyorum. Çünkü hayatın boyunca kimseye yaranamazsın.
Çok uzattım.
Dur, bitiyor.
Duyarlı olmak ile suçluluk hissi arasındaki bu ince çizgiyi nasıl fark eder bizim Müslüm, biliyor musun; yan komşusunun derdini siklemeyen Müslüm'ün, ömründe bir kere bile görmediği, adını dahi bilmediği insanlar için yardım ve destek propagandası yaptığını idrak ettiğinde.
Bak kuzen, benim hayatımda öyle çok dert yandığım kimsem yok. Tamam, değer verdiğim ve sevdiğim insanlar var ama ne bileyim, konuşup içimi döktüğüm, yanında ağladığım... anla işte amına koyim. Bi' burası var işte rahatça döküldüğüm, içimden geldiği gibi yardırdığım, küfrettiğim falan. O yüzden eğer okuyosan, sana lisede az tokatını yemediğim Mehmet hocanın bana emanet ettiği güzel bir cümleyi söylemek istiyorum. Derdi ki, "bir şeyler olduğu için değişme, değiştiğin için bir şeyler olsun." Yani moruk, değişen değil değiştiren ol. Çünkü sadece zeki insanlar, bir toplumu değiştirebilir. Ha bir de "güven, facebook şifresini vermek değil" diyelerin amına koyim. Oh be. Heheheh.
Şimdi çıkar o kulaklığı da etrafına bak.
Anladın mı?
Mesut Cihan Demirel.
Müslüm, her sabah saat altı otuzda kalkmak için saatini ayarlıyordu. Ancak yediden önce yatağından çıkamıyordu. Çıkınca da ilk önce tuvalete gidiyor sonra da banyoya gidip traş oluyordu. Alışkanlık gereği dişlerini fırçalasa da kahvaltı yapmaya bile vakit bulamadan çıkıyordu evinden. Çünkü 7:30'da servise binmesi gerekiyordu.
Akşam beşte mesaisini bitiren Müslüm, çarşıdan eve gelene kadar yüzlerce insan görse de hiçbirine bakmıyordu. Hatta bir dilencinin yanından geçerken "Allah rızası için..." cümlesini duyar duymaz, yanında arkadaşı da varsa "bu piçler, bir silkelensin var ya, senden benden zengin çıkar amına koyim" geyiğini yapardı hemen.
Yeri gelmişken, dinine de çok bağlı olan Müslüm, sırf müslümanlık propagandası yapan bir partiye oy verdiği için içi çok rahattı. Çünkü Allah korkusu olan bir kimse, insanları kandıramazdı ona göre. Dilenciler hariç. (Afrika, dahil mi?)
Not: takım elbise giyerseniz, karşınızdakini daha çabuk kandırabilirsiniz.
Günde sekiz saat çalışan Müslüm, eve geldiğinde çok yorgun olurdu. Yemeğini yer, inandığı kanalların haberlerini seyreder, karşıt görüşlü gruplara küfreder, sosyal hesaplarından duyarlı görünmek için uğraşır ve yatağına huzurla geçip uyurdu.
Günleri rutin ve monoton geçen Müslüm, on katlı apartmanın beşinci katındaki dairede kalıyordu. Bir haftasonu, kuryenin kapısını çalmasıyla sinir bir şekilde uyandı. İzin günlerinde erken kalkmak zulümdür çünkü. Kurye, "Belgin Durmaz, bu blokta mı kalıyor?" diye sordu. Müslüm, "bilmiyorum!" cevabını verdi sertçe. Kurye, olumsuz yanıtı alınca özür dileyip gitti.
Müslüm, bir gün işten eve geldiğinde apartman önüdeki kalabalığı gördü. Ne olduğunu sorduğunda, yan dairede kalan Belgin Durmaz'ın bir manyak tarafından bıçaklanarak öldürüldüğünü öğrendi.
Üzülmüş gibi yaparak kalabalıktan sıyrılıp evine girdi. Sosyal medya hesabından kadın cinayetine tepki göstermesi gerektiğini düşünüp "kadına şiddet uygulayanın anasını sikeyim!" tarzıda bir paylaşım yaptı.
Artık tüm tepkisini sosyal medyadan veren Müslüm, vicdanını böyle serinletiyordu ve çok rahat hissediyordu. Çünkü hiçbir şey yapmadan çok şey yapmış gibi görünüyordu. (Gizli forvet misin, Alex'in koşanı mısın; amın feryadı?)
....
Hikayeyi uzatacaktım da vazgeçtim moruk. Fakat anlatmak istediğim şeyin tek bir mesajı var. Sahte duyarlı olmak.
Birbirimizi hiç kandırmayalım kardeşim. Hepimizin ispatlamaya çalıştığı güzel, gizlemeye uğraştığı çirkin yüzü var çünkü. Şu güya hesaplı tarifeleri ballandıra ballandıra anlattıkları sim kart reklamlarını hatırlıyorsun değil mi? Ha işte o ıspatlamaya çalıştığın iyi yüzünü temsil ediyor. Gizlemeye uğraştığın kötü yüzünü de, aynı reklamdaki alttan hızlıca geçen küçücük yazılar temsil ediyor. Herkes onu görüyor ancak ispatlama derdine bakıyorlar. Gerçi sonradan anlıyorsun, faturana sapladıkları o küçük yazıların ne kadar önemli olduğunu.
Dışarı çıkarken telefonunun kulaklığını takıp müzik dinliyor musun?
"Evet, mi?"
Her neyse. Bu sosyal medyanın sana neyi dayattığını biliyor musun? Bir gün önce ölse umurunda olmayacak insanlar için gereğinden fazla duyarlı olmaya çalışmayı.
Peki, bu duyarlı olma çabası neye yol açar?
İspat etmek için yırtılırken gerçeği gözardı edersin. Yani olduğun gibi görünmek için değil de olmadığın gibi görünmek için uğraşırsın, rol yaparsın. Hatta öyle ki, yapay dünyada gerçek acı çekersin.
O nedenle, toplum baskısını sosyal medyada daha fazla hissedersin. Çünkü normalde arkadaş arasında çok küfür eden ortalama bir dalyarak, sosyal platformlarda küfrün ne olduğunu unutma derecesine gelebilir. Bu görünmez baskı, her dişiye sik kaldıran herifleri dindar yapar, feminist yapar, yeri gelir namus bekçisi bile yapar. Bir gün öncesinde anılarını anlatırken askerliğe söveni, bir anda gereğinden fazla vatansever yapar. Cebinde bıçak olmadan gezmeyeni delikanlı yapar. Hatta gazetenin sadece spor ve magazin bölümünü okuyanını kitap kurdu yapar. Listem uzar böyle...
Yapar yapmasına da, bunlardan haberi olmayan sen, bunları bildiğin anda aynı şeyleri yapma gereği duyarsın. Ama boş kuzen, vallah billah boş. İki geri zekalı övsün diye kendinden verme. Anasını sikeyim "ne geldiyse iyi niyetimden geldi" deyip, bunu bize inandırmaya çalışan sosyal medya kullanıcısının!
Düşünse oğlum, nene hatunu bir dakika. Kadın; senin "gerekirse ölürüm" deyip, kısa dönem askerlik için açıköğretimden sikindirik bir bölüm okumayı düşündüğün lakin en fazla tecilini bozdurabilmeni sağlayan bu vatanseverliğini ispat derdinin yanında, sadece bayrak için neler yapmış. Peki, bunu kendi mi dillendirdi? "Bakın bakın, vatan için oğlumu öldürüyorum" yaygarası mı yaptı? Geceleri tanımadığın kızlara "selam" yaz diye mi öldü ceddin, orospu çocuğu? Ananı sikerim, kendine gel!
Hâlâ anlamadıysan, topluma yaranmak uğruna gerçek düşüncelerini gizleme, diyorum. Çünkü hayatın boyunca kimseye yaranamazsın.
Çok uzattım.
Dur, bitiyor.
Duyarlı olmak ile suçluluk hissi arasındaki bu ince çizgiyi nasıl fark eder bizim Müslüm, biliyor musun; yan komşusunun derdini siklemeyen Müslüm'ün, ömründe bir kere bile görmediği, adını dahi bilmediği insanlar için yardım ve destek propagandası yaptığını idrak ettiğinde.
Bak kuzen, benim hayatımda öyle çok dert yandığım kimsem yok. Tamam, değer verdiğim ve sevdiğim insanlar var ama ne bileyim, konuşup içimi döktüğüm, yanında ağladığım... anla işte amına koyim. Bi' burası var işte rahatça döküldüğüm, içimden geldiği gibi yardırdığım, küfrettiğim falan. O yüzden eğer okuyosan, sana lisede az tokatını yemediğim Mehmet hocanın bana emanet ettiği güzel bir cümleyi söylemek istiyorum. Derdi ki, "bir şeyler olduğu için değişme, değiştiğin için bir şeyler olsun." Yani moruk, değişen değil değiştiren ol. Çünkü sadece zeki insanlar, bir toplumu değiştirebilir. Ha bir de "güven, facebook şifresini vermek değil" diyelerin amına koyim. Oh be. Heheheh.
Şimdi çıkar o kulaklığı da etrafına bak.
Anladın mı?
Mesut Cihan Demirel.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)